Yeni Fenomen Olma Yolunda Rafadan Tayfa

TRT çocuk yine başaracak gibi. Pepee'den sonra fenomen olabilecek bir çizgi dizi yayınlamaya başladılar. İstanbul'da 80'ler 90'lar arası zamanda, bir mahallede yaşayan çocukların hikâyesini anlatan bu dizi çocukları olduğu kadar büyükleri de ekran başına çekmeyi başarıyor. Bu seviyede ve bu kalitede ilk olmalı, gerçeğe yakın, bize ait bir mahallede geçen animasyon çalışması.
Apartmanların, evlerin gerçeğe yakın çizimi ile yansıtılan mahalle ortamı etkileyici derecede başarılı. Çocuklara geçmiş güzel günleri örnek gösterirken, biz yetişkinlere de o günleri tekrardan hatırlatıyor.
Rafadan Tayfa dediğimiz gibi İstanbul'da eski zaman mahallelerinden birinde yaşayan Kamil, Hayri, Mert ve Akın isimli çocukların ve arkadaşlarının maceralarını anlatıyor. Kavgadan uzak eğlenceli bir dil kullanılıyor. Mahallenin aksisi Basri amca ile çocukların hamisi Rüstem abide öne çıkan karakterler.
Ayrıca mahallede çocukların oynadığı boş arsa ve buradaki hurda araç, Murat 131 ile Reno 12 Sedan araba, Rüstem amcanın Köfte sattığı el arabası, toplarının kaçtığı kömürlük gibi bizi geçmişimize götüren pek çok güzel şey var bu filimde.
Filmin kahramanları, mekân ve işlenilen konular izleyeni yakalayan ve eğlendiren şeyler. Ayrıca Jenerik şarkısı da şimdiden pek çok kişinin ağzına pelesenk olmuş durumda.
Çocukları yakalamış ve ekrana çekmeyi başaran bu yeni çizgi filimde tek sıkıntı yeni bölüm stokunun olmaması görünüyor. Çünkü sürekli olarak aynı bölümlerin tekrarı oynamakta. Bu sorun aşılırsa ve belli bir ritim yakalayabilirse gelecekte bu çizgi dizi epey konuşulur ve Fenomen hale gelebilir.
Şimdiden bu çalışmada emeği olan herkesi başarılarından dolayı kutlar, böyle güzel duygular yaratan bu iyi işlerinden dolayı teşekkür eder, işlerin gönüllerince olmasını temenni ederiz.

2015 Mucize Yılı Olabilir

Bugüne kadar çektiği filmlerde toplumsal olayları konu alan ünlü yönetmen, dördüncü kez yönetmenlik koltuğuna geçerek, yine yönetmen, senaryo, müzik ve oyunculuğuyla yer alacak. Kırmızıgül’ün dört yıl aradan sonra yapmış olduğu Mucize’si için büyük bir sinema kitlesi 1 Ocak'ı  bekliyor.
Filmin Hikâyesi, Konusu
Yaşanmış bir hikayeden yola çıkılarak yazılan Mucize, fakirliğin hüküm sürdüğü 1960’lı yıllarda, okumayı bekleyen yüz binlerce çocuğun ve öğretmenlerin hikayesini anlatıyor.1960’lı darbe döneminde geçen film Egeli bir köy öğretmeninin Anadolu’nun ücra bir köşesine sürgüne gidişini anlatıyor.
Mahsun Kırmızıgül film ile ilgili açıklaması; Bu film, hayatlarını çocuklara ve eğitime adamış kahraman öğretmenlerin sıkıntılar içinde nasıl fedakârlık yaptıklarını anlatan bir film olacak. Film,  elektriğin, suyun, yolun, eğitimin, olmadığı bir Anayolu köyünde,  hayvanlarıyla iç içe yaşayan insanların hem komik yanlarını hemde büyük trajedilerini anlatacak. Film, Başı dik duran engellilerin ayakta kalma mücadelesini anlatacak. Mucize filmini, Kalbinden özürlü olamayan, dünyaya kalp gözü ile bakabilen tüm insanlara ve tüm öğretmenlere adıyorum.

Merak, Zekâ Kadar Önemlidir

Bugün bir “karmaşıklık çağında” yaşadığımız düşüncesinin geniş kitlelerce paylaşıldığı görülüyor. Dünyanın daha önce hiç olmadığı kadar girift bir hale geldiğine işaret eden bu görüş, teknolojinin büyük bir hızla değişmesine ve çok büyük miktarlarda bilgi üretebiliyor olmamıza dayanıyor (ki bunlar birbirine bağlı durumlar).  Oysa düşünün ki Leibniz (17. yüzyıl) ve Diderot (18. yüzyıl) gibi filozoflar daha o zamanlar bilgi fazlalığından şikâyet ediyorlardı.  Sözünü ettikleri o “korkunç kitap yığını” bugün bildiklerimizin sadece küçücük bir kısmına denk geliyor ama bugün bildiklerimizin çoğu da gelecek kuşaklar için aynı derecede önemsiz olacak.
Her durumda, farklı dönemlerin görece karmaşıklıkları, günlük hayat mücadelesini sürdürmeye çalışan bireyler açısından pek bir şey ifade etmiyor. Dolayısıyla belki de doğru soru “içinde bulunduğumuz çağ daha mı karmaşık?” sorusu değil, “Neden bazı insanlar karmaşıklığı yönetme konusunda daha becerikli?” sorusu olmalıdır. Her ne kadar karmaşıklık bağlama dayalı bir kavram olsa da kişinin eğilimleri de belirleyici bir rol oynar. Karmaşıklığı yönetme becerilerimizi geliştiren başlıca üç temel psikolojik özellik vardır:
1. IQ: Hemen herkesin bildiği gibi IQ, entelektüel zekâ oranı demektir ve zihinsel yeteneği ifade etmekte kullanılır.  İnsanların pek bilmediği ya da kabul etmek istemediği bir gerçek ise, IQ oranının mesleki performans ya da objektif kariyer başarısı gibi gerçek hayata ilişkin sonuçları doğrudan etkilemekte olduğudur.  Bunun en önemli sebebi, yüksek IQ’lu insanların daha kolay öğrenebilmesi ve sorunları daha hızlı çözebilmesidir. İlk bakıldığında IQ testleri son derece soyut, matematiksel ve günlük hayatta karşımıza çıkan sorunlarla alakasız görünebilir ama karmaşıklığı yönetme becerimizi öngörmekte kullanılan oldukça işe yarar araçlardır. Aslına bakarsanız IQ, basitten ziyade karmaşık görevler sırasındaki performans öngörülerinde daha çok işe yarar.

Hacettepe'den Yerli İlaç Başarısı: Morfin Tablet Derman Olacak

Hacettepe Üniversitesi (HÜ) Rektörü Prof. Dr. Murat Tuncer, morfinin ağrının giderilmesinde kullanıldığını ve bu açıdan çok önemli olduğunu söyledi. Ağrı şikayetinin başta ileri evre kanser hastaları olmak üzere birçok hastalıkta karşılaşılan ciddi bir sorun olduğunu ifade eden Tuncer, morfinin en ucuz ve en etkin ağrı kesici olduğunu vurguladı.
Tuncer, özellikle kanser gibi hastalıklarda karşılaşılan ağrıların sadece morfin tabletler ile kesilebildiğine işaret ederek, morfin kullanılmadığında ikinci bir seçeneğin maliyeti çok yüksek olan, yeni jenerasyon ağrı kesiciler olduğunu söyledi. Bunların "sentetik morfinler" olarak da isimlendirildiğini anlatan Tuncer, "Türkiye'de çok zor tedavi edilebilen ağrıların yüzde 90'ından fazlasında hep bu tür çok pahalı, dışarıdan ithal edilen sentetik morfinler kullanılıyor. Buna çok ciddi bir maddi kaynak harcanıyor. Öte yandan, bu sentetik ağrı kesicilerin, çok ciddi yan etkileri var. Bu nedenle bunların kullanılmasının bir anlamı yok" diye konuştu.
Yan Etkisi Daha Az
Sentetik ağrı kesicilerin, başta sindirim sistemi olmak üzere, hematolojik dokulara yan etkilerinin olduğunun ve bir süre sonra ağrıya karşı direnç gelişmesine yol açabildiğinin altını çizen Tuncer, şöyle devam etti:

Antik Kentler: Cyaneae

Finike - Kaş karayolu üzerindeki diğer bir ören yeri de Kaş'a 23 km uzaklıktaki Yavı Köyü'nün üzerinde bulunan sarp kayalıklardaki Kyaenai'dir. Araba ile tiyatronun yanına kadar çıkılabilir, köyden de harabe yerine tırmanmak mümkündür. Kyaenai ismi koyu mavi anlamına gelmekte, ayrıca "Çınlayan Kayalar" adıyla da anılmaktadır. Bunun nedeni rüzgârın buradaki kayalara çarparak çınlaması olsa gerektir.
Şehrin ne zaman kurulduğunu bilemiyoruz ancak ele geçen kitabeler şehrin tarihini M.Ö. IV. yüzyıla kadar çıkarmamıza neden oluyor. O tarihten itibaren de Kyaenai devamlı iskân edilen bir Lykia şehridir. Kyaenaili zengin lason 16 Lykia şehrine yardım ettiği gibi kendi şehrine de yardım etmiş, imarına çalışmıştır. Bu nedenle de ona Lykia'nın en büyük hâkimi anlamına gelen "Lykiakn" unvanı verilmiştir. Roma Devrinde büyük gelişme gösteren şehir Bizans döneminde de piskoposluk merkezi olarak varlığını sürdürmüş, X. yüzyılda terk edilmiştir.

Akıllılar önceden feryat eder

Her yıl aralık ayı oldu mu hummalı bir biçimde Mevlana'dan bahsedildiğini görürüz. Onun hakkında güzel sözler söyleyenler, sözlerini misal verenler ve bir sürü etkilik ile bir kaç haftayı geçiririz. Ama çoğunlukla ne dediğine, niye dediğine, nasıl dediğine odaklanmayız. Yaşam biçimimizde, düşünce yapımızda pek bir değişikliğe gitmeyiz.
Mevlana'nın hayat hikâyesini ve klişeleşmiş sözlerini bilmeyenimiz yok gibidir. Ama hiç birimiz, "Hamdım, piştim, yandım" sözündeki yolculuğa pek ilgi duymayız. Çoğunlukla hamlığımızı unutur hemen piştiğimizi sanır ve etrafımızı yakarız. Kibir dolu, bilgiçlik dolu ham sözlerimiz ile pişmemiş davranışlarımız ile.
Hâlbuki Hz. Mevlana bir söz demek için, bir ışık göstermek için yıllarca kabuğunda pişmeye çekilmiş, yanmayı göze almış ve karanlıklarda öz ışığını bulmaya çalışmıştır. Ben oldum havası ile etrafındakileri karanlığa çekmemiş, kendi hamlığı ile onları yakmamıştır.
Ne yazık ki günümüzde eli kalem tutan, ağzı kelam satan, iki satır okumuş, iki kıta yazmış, kendini ehil saymakta bilgiçlik taslamakla, yargıçlığa soyunup etrafını, yaşadığı toprakları asıp kesmektedir. Ham olduğunu, pişip olgunluğa ermesi ve yanarak öze ulaşıp ışığa kavuşması gerektiğini bilmeden alim havasına girenler maalesef ki kendilerine kulak asanları da kendileri gibi boşa ziyan etmekteler.
Bizim kendi adımıza Mevlana’dan feyz aldığımız ve bakış açımızı özetlediğini düşündüğümüz bir sözü sizlerle paylaşmak isteriz;
“Akıllılar önceden feryat ederler; Bilgisizlerse işin sonunda başlarına vururlar.”

Yardımın Işığı Daima Işıldar

Her şeyi devletten beklemek yerine kendi inisiyatifi ile yapabileceği bir iyiliği yaparak bir derde deman olmak, bir dertliye destek olmak her daim takdire şayan bir durumdur. Hele ki çaresi, elinden hiç bir şey gelmeyenlere yardımcı olmak, darlıklarını ferahlığa çıkarmak, yapılabilecek iyiliklerin en makbule geçenlerdir. 
Yaşadığımız çevreye/dünyaya karşı duyarlı olup, yapabileceğimiz iyilikleri/destekleri/yardımları bir karşılık, bir çağrı, bir zorlayıcı sebep beklemeden, kendiliğinden zamanında/iş işten geçmeden yapmak, bu davranışımızı daha anlamlı ve değerli kılar. Devletin, kurumların ve/veya gücü yerinde olanların her zaman her şeye yetişmeleri, haberdar olmaları ve bürokrasiden sıyrılmaları kolay değil. Bazen bu süreçler uzayıp gittiğinden, tıkalı olduğundan veya bazı durumlarda kör/sağır kaldığından geç kalınabilir ve istenmeyen, üzücü sonuçlar ile karşılaşılabilir. 
Bu konuda iyi ve güzel bir örnek İspanya'dan geldi. Yardım edilen için dünyalara değer bir küçük duyarlılık örneği bir kişinin yaşamını değiştirip, vicdanları onure eden bir sonuca yol açtı . İşte bu haberin aslı (iyiturks):
İspanya’nın köklü kulüplerinden Rayo Vallecano, borçları yüzünden evinden çıkartılan 85 yaşındaki kadına sahip çıktı.

Yaşasın! Yeni Yıla Charlie Brown ile Gireceğiz

Son zamanlarda aldığımız en güzel haber bu. Bu haber ile yüzümüzde kocaman bir gülümseme, gönlümüzde sıcacık bir gevşeme oldu. Eski dostlardan, eskimeyen dostlardan uzun bir aradan sonra gelen bu haber, tadına doyum olmayan bir mutluluğu yaşattı. Umarız kavuştuğumuzda da aynı duyguları yaşar, hayal kırıklığına uğramayız.
Haber Charlie Brown , Lucy , Linus , Schroeder , Charles Schulz, Snoopy’den. 2015 yılında bir animasyon filmi ile tekrar buluşacağımızı bildiriyor bize. Küçüklüğümüzden günümüze bizleri en mutlu eden,  rahatlatan ve hiçbir zaman olumsuz duygular ile tanıştırmayan sıcak dostlar onlar.
Onlar ile en mahsum, en saf, en temiz duyguları tadıp, arkadaşlığın en naif hallerini izliyorduk. Her ne kadar aralarında didişseler de o bize çok samimi ve içten geliyordu. Biliyorduk ki hiçbir zaman bir birlerine candan bir kötülük etmeyecekler ve filmin sonunda daima bir arada dostça kalacaklardı. Uyanıklıkları da, saflıkları da art niyet içermeyen samimi ve sıcak davranışlardı.

10 Kasım: Saygıyla Anıyoruz...

Bugün 10 Kasım. Bugün Atamızın aramızdan ayrıldığı, sonsuzluğa karıştığı gün. 1881'de Selanik'te başlayan hayat yolculuğu 1938 yılında İstanbul Dolmabahçe Sarayında noktalandı.

57 Yıllık yaşamı savaşlarla, mücadelelerle ve bir devletin kurulması ile geçti. 57 yıllık yaşamında tarihin akışını değiştirdi. Milletinin yeniden ayakları üstüne doğrulup,tüm dünyaya bağımsızlığını kabul ettirmesini sağladı. Bugün 100.yıllarına doğru büyüyerek ve gelişerek yürüyen Cumhuriyetimiz, gurur duyulacak başarılara imza attı. Bu güçlü ve kudretli Ülkemizin temellerini atan Ata'mızı saygı ile anıyoruz.

iyiturks

Yıldız Holding Türk Ekonomi tarihine geçti: Dünyanın 3. Büyük firması artık bir Türk

Ülker markası ile yola çıkarak sonrasında Yıldız Holding'e dönüşen yapı son yıllarda Ülkemizin Ekonomik ve yönetim tarihinin köşe başları olacak önemli başarılara imza atıyor. Bir kaç yıl önce Godiva isimli kökleri eskilere dayanan ve dünyaca bilinen iyi bir şöhrete sahip çikolata markasını satın alan Holding; Geçen günlerde, dünya ölçeğinde ilk sıralarda yer alan ve İngiltere'nin köklü firmalarından olan United Biscuit firmasını 3 milyar TL gibi dıdak uçuklatan bir rakama satın aldı. Bu satın alma hem ülkemiz adına hem de firma adına 10/15 yıl öncesinde hayal bile edilemeyecek bir olaydı. Bugün bunun gerçekleşiyor olması hem firma adına çok büyük bir başarıdır hem de ülkemizin ulaştığı nokta açısından gurur verici bir gelişmedir. Ekonomik ve yönetim açısından tarihe geçeçek bir başarıya imza atan Yıldız holding ekibini canı gönülden kutlar, bu girişimlerinin hayırlı sonuçlara vesile olmasını canı gönülden Yaradandan dileriz. Aşağıda bu konu ile ilgili çok güzel bir röportajı sizlerle paylaşmak isteriz. Ayrıca bu röportajı gerçekleştirenlere de teşekkürlerimizi sunarız. 
iyiturks

Çocuklu aileleri güçlü kılan 15 Gelenek

Hem toplumda, hem de onun mikro yansıması olan ailedeki geleneklerin hepsinin bir amacı vardır. Genellikle yardım almak ve yardım etmek hislerini pekiştiren bu gelenekler sayesinde, aile üyeleri kendilerini yalnız değil, güçlü hisseder. Bu da her türlü travmayla, kötü olayla ve zorlukla baş etmelerinde, aile üyelerine yardımcı olur.
Psikolojik olarak sosyal desteğiniz ne kadar güçlüyse, başınıza gelecek olan olaylara dayanma gücünüz de o kadar fazladır. Bu yüzden de aile içinde bazı küçük geleneklerin yerleşmesi ve bunların mümkün olduğunca devam ettirilmesi çok önemli. Zira bu gelenekler sayesinde hem anne-baba, hem de çocuklar, kendilerini çok daha güçlü hissedecek ve hayatta yaşadıkları zorluklarla da daha kolay baş edebileceklerdir.
Psikolog Nur Dinçer Genç, her ailede bulunması gereken 14 geleneği sıraladı:
1. Ailenin birlikte sofraya oturması
2. Akşamları bir araya gelmek ve sohbet etmek
3. Çocuklara uyumadan masal anlatmak
4. Birlikte tatile çıkmak
5. Ailece bayram ziyaretlerine gitmek

Ülker’in Harvard’a yaptığı bağış Türkiye’ye yarayacak

Yıldız Holding’in Harvard’a yaptığı 24 milyon dolarlık bağış, ‘Neden ABD?’ sorusunu gündeme getirince Ülker cephesinden yanıt geldi: Tüm insanlık için bir Türk araştırma yapacak. Örnek uygulama oluşturup Türkiye’ye taşıyacağız.
Ülker markasını da bünyesinde barındıran Yıldız Holding’in geçen hafta Harvard’a 24 milyon dolarlık bağışı kurumsal sosyal sorumluluk gündeminin zirvesine oturdu. Koç Holding Yönetim Kurulu Ali Koç’un ‘Sosyal sorumluluğun Oscar’ı diye tanımladığı bu büyük bağış sonrası Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil’in başında bulunduğu Genetik ve Kompleks Hastalıklar Laboratuarı, 10 yıl boyunca Sabri Ülker Center adıyla anılacak. Akademik camiaya uzak çevre Gökhan Hotamışlıgil ismini ilk kez 2013’teki Vehbi Koç Vakfı Ödül töreninde duymuştu. Harvard’daki çalışmaları sırasında, ‘diyabete yol açan gen’ keşfini yapan Hotamışlıgil ve ekibi bu alandaki yaygın görüşü yerle bir etti ve yeni bir tedavi yaklaşımının da önünü açtı.
2007’de Amerikan Diyabet Vakfı’dan aldığı olağanüstü bilimsel başarı ödülünü alan ilk Türk araştırmacı... Kimilerine göre de ‘Nobel’i almaya’ en yakın Türk... 24 milyon dolarlık bağış haberinin duyulmasının ardından özellikle sosyal medyadan ‘bağış neden ABD’ye’ tarzında eleştiriler gelmişti. Ali Ülker bu eleştirilere Boston’dan yanıt verdi: “Bilim evrenseldir. Tüm insanlığın sağlığı için bu laboratuarda bir Türk profesör araştırmalar yapacak. O nedenle Harvard’ı seçtik. Burada örnek bir uygulama oluşturmak ve sonra bunu Türkiye’ye taşımak istiyoruz.”
Ardından da söze Gökhan Hotamışlıgil girdi ve şunları söyledi: “Ayrıca gözden kaçırılan bir nokta daha var, bu bağış Amerika’da ki bir Türk araştırmacıya yapıldı. Bir Türk araştırmacıya ve onunla birlikte çalışan Türk bilim insanlarının da var olduğu bir ekibe yapılan bir bağış bu.”

Dinlemenizi Neler Engeller?

Pozisyonunuzun çapı ve nüfuzu arttıkça dinleme yeteneğinizin de artması gerekir. Ancak dinlemek, uzmanlaşması en zor kabiliyetlerden biridir ve insanın kendi içinde barındırdığı çok derin engelleri aşmasını gerektirir.
Örneğin, bir yönetim danışmanlığı şirketinde başarılı bir müdür olan müşterimiz Janet’ı ele alalım: Kendisi yakın zamanda meslektaşlarından dinleme yeteneklerini geliştirmesini söyleyen çok kaynaklı bir geri bildirim aldı. Bu sonuç onu şaşırttı çünkü daima aktif bir dinleyici olduğunu düşünüyordu. Meslektaşlarına bunun nedenini sorduğumuzda toplantılarda sorulara tam bir cevap vermediğinden ve sık sık ekibin geri kalanından farklı bilgiler aldığından bahsettiler. Janet neler olduğunu öğrenmek istiyordu. Yeterince basitti ama neden bu konuda sorun yaşıyordu? İlginçtir ki çözüm kendinize odaklanmaktan geçiyor.
İçinizdeki eleştirmeni görmezden gelin. Janet diyaloğu takip etmemesinin nedeninin kendi performansı adına duyduğu endişe olduğunu fark etti. Aklı farklı bir sesi, toplantıda onun neler yaptığını gözleyen, içindeki eleştirmenin sesini dinliyordu. Bu, özellikle sunumlar için geçerliydi. Janet’ın performans endişesi her sorunun altındaki düşünceyi duyma kabiliyetine gölge düşürüyor ve dinleyicilerin verdiği sinyalleri fark etmesine engel oluyordu. Odağınızı “iyi bir not almak”tansa sunumun asıl amacına yönlendirin. Konu ya da dinleyiciler hakkında ilginizi çeken ne?

Hoşçakal Büyük Başkan Süleyman Seba

İyi İnsanların, güzel insanların ardından iyi şeyler, güzel şeyler söylemek kolaydır. Kolaydır da bazen bu sözler, bu methiyeler yersiz ve yetersiz kalır. Gidenin boşluğu öyle devasadır ki hiçbir şey orayı dolduramaz.
Yaşarken her türlü övgüye ve saygıya mazhar olmuş bir insanın sonsuza göçmesi kalanlar için sarsıcı etkiler bırakır. Bunun temel nedeni bu tarz insanların azlığı ve aranırlığıdır.
Sayın Süleyman Seba sadece bir başkan değil, sadece bir Beşiktaş’lı değil Türk spor dünyasının temel direklerinden biri idi. O varlığı ile herkese güç veren, yön veren biri idi. Koca bir çınardı o, gölgesinde herkese yer eden.
Zor zamanlarda kolaya kaçmayan, ilkelerine bağlı kalan çalışkan ve sebatkâr bir başkandı. Başarı sadece uğraşların sonuçlarından biri idi. Her şekilde başarı onun rehberinde yoktu. Her durumda şerefi ile mücadele tek düsturu idi. Kazanmak hakkı ile ulaşılan bir netice idi. Bunu başardı. Ve tarihe “Şerefli İkincilikler” şeklinde kısaca söylenen felsefeyi altın harflerle kazıdı.
Edebi, hayayı, şerefi, hakkı, saygıyı, kıt kanatla var olmayı, şımarmamayı, azgınlık yapmadan kutlamayı, rakiplerin kıymetli olduğunu öğretti bizlere.
O son yolculuğuna çıkarken bizlere böyle bir miras bıraktı. Sayın, sevin, azmayın, kızmayın, değer verin, değer görün ve hakkınız ile kazanın, edebiniz ile kutlayın diye veda etti.
Yolun açık olsun Başkan! Duruşunda güzeldi, bıraktıkların da güzeldi; Bıyığında güzeldi, paltonda güzeldi; Beşiktaş’ta güzeldi, şampiyonluklarda güzeldi.... Hoş çakal koca çınar! Her şey seninle bi güzeldi....
Allah (c.c) rahmet eylesin.... Mekanın cennet olsun....
iyiturks

Şehir Okuryazarlığı Nedir?

Bir üniversite dersi olan şehir okuryazarlığı ve görsel okuryazarlık, gezilen her şehrin özgün, farklı ve benzer yönlerini bulmanıza, şehirlerarasında karşılaştırmalar yapmanıza ve her şehrin dünya kültürüne katkısını görmenize imkân verir.
Her şehrin ziyaret edilecek özgün mekânları ve hafızası vardır. Ancak tüm şehirler için geçerli olabilecek bir üst okuma da mümkündür: Şehir Okuryazarlığı. Böylece teferruatta boğulmadan şehirlerarasında daha rahat karşılaştırmalar yapılabilir ve her şehrin dünya kültürüne katkısını görme imkânı bulunabilir.
Şehirleri anlamanın yani şehir okuryazarlığının teorik ve pratik olmak üzere iki aşaması vardır.
Teorik düzeyde, şehirlerin oluşumu, tarihi ve şehirleri şehir yapan özellikleri konuşulur; şehirlere göç sebepleri ve modern şehirleşme hikâyesi tartışılır. Şehirlere özgü sanatsal-kültürel miras ve faaliyetler, aktörleri ile birlikte anlaşılmaya çalışılır.  Pratikte yani saha kısmında ise şehir okuryazarlığı dört ana unsurdan oluşur. Dersimiz İstanbul’da önerilen gezi güzergahlarıyla bu unsurlar şöylece özetlenebilir. 
İlk unsur: Şehrin temaşası
Şehrin siluetine yani görünüşüne genel bir bakıştır. Bu bakışın İstanbul’daki mekanları Boğaziçi, Büyükçamlıca tepesi ya da Galata Kulesi iken Berlin için TV kulesi, Paris için Eyfel, New York için Empire State binası ve Ankara, Alanya, Şanlıurfa gibi şehirlerin kaleleri olabilir. Şehrin yerleşim düzenini ve binalar-yapılar hiyerarşisini görebileceğimiz bu bakış bize şehrin kimliğini, yani o toplumun şehir kurgusunu –şehrin hem öne çıkardığı, kıymet verdiği şeyleri hem de göstermemeye çalıştığı, dışladığı, kenara ittiği unsurları- gösterecektir.
Dünya görüşü başta olmak üzere, toplumun hak, adalet, ahlak, disiplin, hafıza, insani ilişkiler, tabiat algısı gibi özelliklerini mekândan okuma imkânı verecektir.
İkinci unsur: Şehrin mimarisinin keşfi

Ampul Komplosu: Planlı Eskitme

Bütün Dünya dergisinin Ağustos 2014 sayısında okuduğumuz bu yazı bizi günümüzdeki çılgınca tüketim, tatminsizlik ve mutsuzluklar konusunda bir kez daha düşünmeye sevk etti. Aslında kendimizi, medeniyetimizi tükettiğimiz bir çıkmaz sokakta bu 4 wattlık ampul bir ışık tutabilir çıkış yoluna. Bu yazıyı okumanızı ve çevrenizdekilere de önermenizi ısrarlı bir biçimde öneririz.
ABD’nin Kaliforniya eyaletine bağlı Livermore kenti itfaiye Müdürlüğü’nün, tüm dünya için çok özel ve önemli bir demirbaşı var. Bu özel demirbaş, 1901 yılından beri sürekli yanan bir ampul… Bu ampulün, en uzun süre kullanılan ampul olarak tescil edilerek Guinness Rekorlar Kitabı’na geçmesinin de ötesinde, bambaşka bir özelliği daha var: Tam 113 yıldır aralıksız yanan bu ampul, insanların “planlı eskitmeyi” sorgulamasını sağlıyor; bir başka deyişle ‘Ampul Komplosu’na dikkat çekiyor…
1895’te üretilen bu ampulün İçinde yer alan ve ışık veren filaman isimli iletken tel, Adolphe Chaillet tarafından icat edildi. Chaillet, icat ettiği filamanı uzun süre dayanacak biçimde tasarlamıştı. 18 Haziran 1901’den bu yana hiç sönmeksizin yanan ampul için, Livermore itfaiyecileri ‘Ampul Komitesi’ oluşturdular. Komite ve Livermore halkı, ampulün yanmaya başlamasının üzerinden geçen 100. yıl onuruna 2001’de ve 110. yıl onuruna da 2011’de, iki kez büyük yaş günü partileri düzenlediler. Ve bir ampul için, doğum günü şarkıları söylendi, pasta kesildi. Centennial Light (Yüzyıllık Işık) ismi verilen ampul, 24 saat boyunca da bir kamera yardımıyla internet üzerinden canlı olarak yayınlanıyor. 113 yıldan bu yana aralıksız yanan ampulün, şimdiden iki kamera eskittiği ifade ediliyor…
Yüzyıllık Işık Ve Planlı Eskitme
Tamirciye, servise ya da satın aldığımız yere götürdüğümüz Elektronik aletlerimiz için, çoğu kez benzer sözleri duyarız: “Tamir etmeye değmez”, “Bunun parçalarını bulmak iyice zorlaştı”, “Tamir ettirmek şu kadara patlar”, “Yenisini alsanız daha iyi”, “Üstelik yeni modelinde şu özellik de var…” Bize, bozulan elektronik aletimizin yerine yenisini almamızı önermeleri tesadüf değil. Üreticilerin, tüketimi artırmak için ürünlerin ömürlerini kasıtlı olarak kısaltmaya başladıkları 1920’lerden beri, bu sistem sürüyor: Planlı Eskitme.

İnsanlığın Mahrem Tarihi

Bazı şeyler/anlar vardır, akılda takılı kalır. Mesela yediğiniz bir şey, aldığınız bir tişört, dinlediğiniz bir müzik, izlediğiniz bir film, gittiğiniz bir mekân gibi. Yıllar geçse de bir şekilde aklınızda kalır. Nasıl bir etki bırakmışsa silinip gitmez o. Böyle etki bırakanların başında okuduklarımızda önemli bir yer tutar. Genelinde bu kategoriye pek fazla sayıda şey girmez. Az olurlar ama etkilidirler. Bir şekilde bulunduğu yerden size fısıldar ve sizi kendine çekmeye çabalar.
Bu yazımıza konu olan işte böyle bir kitap. Yıllar önce işsiz güçsüz bir zamanda Ankara’nın soğuk ve kasvetli 2003 yılının Ocak ayında sığındığımız bir kütüphanede karşılaştığımız bir kitap. Yanlış hatırlamıyorsak bu yer Kocatepe Camii’nin Kütüphanesi olmalı idi. Çoğu dini içerikli, ciltli ve pekte ilgimizi çekmeyen bir sürü diğer kitaplar arasında bu kitabı elimize almıştık.
Aslına bakarsınız kitabın ne kapağı, ne arka tanıtım yazısı ne de yazarı dikkat çekici idi. Normal bir zamanda belki de ilgimizi hiç çekmeyecekti. Şimdi düşününce bir nebze olsun belki adı dikkatimizi çekmişti diye düşünüyoruz.
Ancak kitabı okumaya başlayınca inanılmaz bir şekilde kendisine çeken ve duygusal kabarmalar yaşatan etkisi ile karşılaştık. Sanki mucizevî bilgilere ulaşıyormuşçasına kitabı bir an önce okumak ve okuduklarımızı unutmamak istiyorduk. Hemen hemen her okuduğumuz sayfadan satırlarca notu ajandamıza aktarıyorduk. Yazmaktan okumaya fırsat bulamıyorduk. Bir ara yazmayı bıraksak ta, okuduklarımızı zamanla unuturuz endişesi ile tekrar başlıyorduk. Bu sefer daha seçici davranıp, her şeyi yazmamaya çabalıyorduk.
Sonuç olarak 12 sayfaya yakın not alıp, yaklaşık yedi günde bitirmiştik kitabı. Ama ne okuma! Memur gibi erkenden kütüphaneye gidip, kapanışa kadar bırakmıyorduk elimizden. Hatta akşam çıkarken de farklı bir yere koyarak başkasının eline geçmesine tedbir alıyorduk.
Bu kitabı herkesin okuması gerektiği fikrine kapılmıştık. Belki de hayata, olaylara bu açıdan bakınca çözebilirdik pek çok sorunu, anlaşmazlık konularını, diye düşünüyorduk. Kitabın bu şekilde bizi etkilemesinin, coşkuya neden olmasının nedenini tam olarak anlayamasak ta, tahminen, içinde bulunduğumuz zamanın sosyo-ekonomik yapısı ile kişisel olarak yaşadığımız işsizliğe bağlı sıkıntıların muhakkak ki bir etkisi vardı.
Yıllar sonra bu kitaptan notlar aldığımız ajandaya göz gezdirince yazılanlar bir kez daha kendisine çekti bizi. “Dünyada kimsenin önceden sezemediği bir saygı kıtlığı yaşanıyor” notu üzerine başlayan yolculuğumuz, kitabı satın alma noktasına kadar götürdü. Şimdi yeniden okuduğumuz bu kitabı notlar alarak değil de, altını kurşun kalemle çizerek tamamlamaya çalışıyoruz.
Ve bu kitaptan bazı notları sizlerle paylaşarak, üzerlerine kendi düşüncelerimiz aktarmak istiyoruz. Belki bu şekilde içimizde ki coşkun duyguları dizginleyip, kitabın yarattığı güzel etkiyi sizlere iletmeyi başarabiliriz.Sonuç olarak bu blogun amacı da bu değil mi; iyi ve güzel olan şeyleri paylaşmak.
Evet bu harika kitap, Ayrıntı yayınlarından çıkan Theodore Zeldin’in “İnsanlığın Mahrem Tarihi” . Kitabın arka sayfasında tanıtımı şu şekilde yapılıyor;
"İnsanlığın Mahrem Tarihi, insanlık hafızasını tazelemeyi amaçlayan bir unutulmuşlar derlemesi, tarihe geçenlerden çok geçmeyenlerin tarihi. Zeldin, insanlığın unutulmuş anılarını gün ışığına çıkararak, köşeye sıkıştığı noktalardan çıkış yolları bulabilmesi için insanoğlunun ufkunu genişletmeyi ve modern zihinlere yerleşmiş yanılsamaları yıkmayi deniyor. Zeldin’e göre her kuşak, tıpkı kendisinden önceki sayısız kuşak gibi, dünyaya kendi çağının gözlüklerinden bakarak binlerce yıllık insanlık deneyimini boşa harcıyor. Kendi atalarının sınırlı ve kolay kolay değişmeyen hafızasını kullanmayı tercih ederken, geçmişin karanlığına gömülüp giden koca bir insanlık hafızasından yararlanma fırsatını kaçırıyor. Bu fırsatta yatan en değerli hazine, hayatın kendi çağımızın ışığıyla aydınlanmış görüntüsünün değişmez bir son durak değil, beklenmedik dönüşler yaparak ilerleyen insanlık tarihinin rastgele bir noktası olduğunu keşfetmek. Zeldin’in unutulmuşlar tarihi, insanların hayata ve kendilerine ezelden beri bugünkü gibi bakmadıklarını göstermekle kalmıyor, umudun tükenmeye yüz tuttuğu noktada insanlığın imdadına yetişen şeyin her zaman yeni bakış açıları, yeni düşünce biçimleri ve yeni yaklaşımlar olduğunu hatırlatıyor. Kayıp insanlık hafızasının içinde kolayca tarihe gömülen bu zikzaklı geçmiş, Zeldin’e göre, insanlığın gelişiminde her zamankinden daha umutsuz olmamızı gerektiren bir noktada durmadığımıza işaret ediyor. İnsanların tarih boyunca aşka, dostluğa, sekse, korkuya, mutluluğa, zamana ve yalnızlığa karşı pek çok farklı bakış açısı geliştirdiğini, iyimserlikle kötümserlik, merhametle acımasızlık, hoşgörüyle bağnazlık, diğerkâmlıkla bencillik, merakla uyuşukluk arasında her zaman gidip geldiğini bilmek, çağın gözlüklerinden kurtularak yeni gözlükler edinme fırsatını hazırlıyor. İnsanoğlunun duygular dünyasında keşfe çıkmaya her zamankinden daha istekli olduğu bir çağda Zeldin, duygular tarihinin kuytularına ışık tutarak, insanlık hafızasını tazeliyor. Son iki yüz yılın etkileyici teknolojik patlamasına rağmen insanoğlu, özel hayat kulvarında pek çok bakımdan hâlâ emekleme çağını sürüyor. Zeldin bize kıyamete doğru sürüklenmekte olmadığımızı, bildik insanlık mücadelesini sürdürdüğümüzü haber veriyor ve özel hayata yönelik yeni bakış açıları, insanlar arası ilişkilerde yeni bağlılıklar, amaç duygumuzu yeniden kazanmakta kullanabileceğimiz yeni yöntemler öneriyor. Kötümserliğe direnenler İnsanlığın Mahrem Tarihi’ni sevecekler.   "
Belki biz de bu yüzden sevdik bu kitabı; Kötümserliğe direnenlerden olduğumuzdan. Bakalım siz neden seveceksiniz?

Deliduman'ın Gönülçelen Hali

Geçen günlerde Emrah Serbes’in “Deliduman” kitabının yoğun bir biçimde yapılan tanıtım faaliyetlerine şahit olduk. Pek çok farklı biçimde ve mecrada bu kitaptan bahsedildi. Duymayanımız kalmamış gibidir.
Bizlerde Gülenay Börekçi’nin Egoistokur isimli sitesindeki yazı ile müdahil olduk konuya. “DELİDUMAN: Gülüyorsunuz,ağlıyorsunuz; isyandasınız…” isimli yazının içeriğinde kitaptan bazı alıntılar sunulmuştu. Bu satırları okumaya başlar başlamaz, bazı çağrışımlar bizi dürtmeye ve bunun sonucunda da aşağıdaki yorumu yazmaya kadar götürdü bizi;
“Merhaba, Gülenay Hanım, bilmiyorum fazlamı ön yargılı olacak ama daha ilk girizgâhınızı okur okumaz aklıma Salinger’in “Çavdar Tarlasında Çocuklar (Gönülçelen)” kitabındaki anlatım üslubu geldi. Yorumu yazmadan da kitaptan alıntılara baktım, bayağı aynı dil… Fare hikâyesi kısmını okumamış olmamıza rağmen orada da bir “Fareler ve İnsanlar” kitabında ki benzer hikâye aklımıza geldi. Sizi bilmem ama başkasının ağzı ile yazılmış hissi veren kitaplardan hep uzak durmuşumdur. Zamanla bu ön yargıyı kırabildiklerimde ise kısmi yanılgılar yaşayıp kitaba geç ulaşmış olmanın burukluğunu tatmışım. Bilmiyorum kitabın sizi bu kadar etkilemiş olması dikkatimizi kitaba çekti. Bakalım bu engelleyici ön yargılarımızı kırıp ta kitaba ulaşabilecek miyiz?”
Buna karşılık olarak şu yanıtı aldık,
“Merhaba, Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ı okudum elbette. Hayır, anlatıcıların yaşı dışında benzemiyorlar. Fareler ve İnsanlar’a da benzemiyor o bölüm. Önyargılarınızı unutun ve bence okuyun :)”
Aynı yazıya başka bir okur da şu mesaj ile dahil oldu,
“Çavdar Tarlasında Çocuklarla bir diğer benzerliği kardeşi idealize etme durumu. Holden’da kardeşini yerlere göklere koyamazdı, burada da aynı durum geçerli.”
Acaba böyle bir benzerlik/çağrışım kitabı okuyanlarda da yaşandı mı yoksa sadece yazıdaki paylaşılan kısımlarla ilgili genel geçer bir durum mu?

Mesele bulmacayı çözmekti, ünvan değil

Mehmet Genç, Osmanlı İktisat tarihinin sayılı uzmanlarından biri. Doktorasını hazırlarken girdiği Osmanlı arşivinde sanayi sektörüyle alakalı vergi kayıtlarını inceleyerek bu sektörü analiz edebilmeyi umuyordu.  Birkaç yılı alan çalışmaların sonunda gördü ki Osmanlı vergi kayıtları, 18 ve 19’uncu yüzyıllar boyunca hemen hiç değişmeden kalan gelir rakamları tekerrür edip gidiyordu. Ölü bir adamın elektrokardiyogramı andıran bu düz çizgiyle hiç bir analizin yapılamayacağına karar verdi.

HocasıOrdünaryus Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın bütün ısrarlarına rağmen tezi yazmadı. Çünkü mevcut verilerde, kendisini hipotezlerini doğrulayacak bir açıklama modeli inşa edilemezdi. Ancak incelediği belgelerden, onların meydana getiren bürokratların son derece iyi yetişmiş, zeki ve işinin ehli memurlar olduğunu da görmüştü. Bu iyi yetişmiş, zeki insanların yıllarca değişmeyen rakamları neden tekrar edip durduklarını da merak etmekten kendini alamadı. Ve bu bilmeceyi çözmeye karar vererek, tezi bir tarafa bıraktı.

Antik Kentler: Coracesium (Alanya)

Türkiye'nin güney sahilinde en dikkat çekici manzaralardan birine sahip olan Alanya, denize uzanan kayalık bir yarımadanın üzerinde bulunur. Alanya, ilginç evlere, dik uçurumlara ve istihkâm duvarlarına sahiptir. Günümüzün Alanya’sı olan yerde bilinen en eski yerleşim alanı “kaya” anlamına gelen Coracesium şehridir. Bu şehir, bulunduğu yer itibariyle bazen Cilicia bazen de Pamphylia topraklarına dahil edilmiştir. Strabo, Cilicia’yı batıdan doğuya doğru betimlerken dik uçurumun üzerinde kurulmuş bir kale olarak tanımladığı Coracesium ile başlar.
Mükemmel limanına ve son derece korunmalı konumuna bağlı olarak bu yer, hemen hemen her çağda korsanların ya da ayaklanmacıların sığınağı olmuştur. Bu yüzden M.Ö. 199’da III. Antiochos’a karşı direnen tek şehir Cilicia olmuştur. Yarım asır sonra, bölgenin yöneticisi olan Diodotos Trypon da VII. Antiochos ile müttefik kalmayı reddetmiştir. M.Ö. birinci yüzyılda Akdeniz’de korsanlık Roma İmparatorluğu için büyük bir ekonomik ve politik sorundu; korsanların hububat gemilerine el koyması öyle boyutlara ulaşmıştı ki neredeyse Roma’yı bile açlık tehlikesiyle yüz yüze bırakmıştı. Bu sebepten, Puplius Servius M.Ö. 78’de Cilicia’ya gönderilmiş ve korsanlara karşı bir dizi sefer düzenlemiştir ama sonunda başarısız olmuştur. Ancak daha sonra M.Ö. 65’te Roma Senatosu tarafından yetkilerle donatılıp güçlendirilen Puplius, tüm korsan kalelerine karadan ve denizden saldırarak onları kendi kontrolü altına almıştır. En son düşen şehir Coracesium olmuştur ve bu süreç içinde sadece korsanların filoları yok edilmemiş aynı zamanda şehrin istihkâm duvarları da yıkılmıştır ve bu taşlar denize düşmüştür.

Sana Doğru Geliyorum Sevgili

Dingin bir gün… Kafamız çok rahat;Ne iş güç aklımızda, ne dert tasa…. Sanki bom boş tüy kadar hafifiz. Yazın en serin günlerinden birindeyiz. Serin bir meltem iyot kokusunu üstümüze serpiyor, sihirli konfetiler gibi. Mutluluk saçıyor bu serinlik, ruhumuza çok iyi geliyor. Farklı bir sessizlik var etrafta, sanki her şey durmuş, herkes susmuş bir biz varız gibi. Bizde bu sessizliğe ayak uydurmuşuz, kulak kesilmişiz bu huzur dolu ana.
Ve yola çıkma zamanı, mutluluğun kaynağına doğru yol alma zamanı. Yavaşça canlanıyor her şey. Bu huzur dolu sessizlik yolda da sarıyor her yanımızı. Sabah ki mutluluk yağmurları ıslatmış yolları ve etrafımızda ki canlı yeşil ormanı. Her şey daha belirginleşmeye ve anlaşılır olmaya başlıyor. Ama burası çok farklı bir dünya sanki. Masalımsı bir yerde sürüyoruz arabamızı mutluluğa. Kamyonlar bir başka, farlar bir başka, kabaran deniz bir başka görünüyor gözümüze.

Alex De Souza: Para Mutluluk Kaynağı Değil

Futbolcular ve benzeri popüler biçimde popüler meslek sahipleri genellikle magazinsel konular veya gerilim kaynağı tartışmalar ile gündeme gelirler. Ana konu başlıkları gece gezmeleri, lüks harcamaları, kavgaları ve benzeri içi boş şeylerdir.

Fenerbahçeli Alex yıllarca top koşturduğu ülkemizde tabii ki bu konular ile epeyce meşgul etti gündemimizi. Ancak bu işin doğası gereği işinde başarı sağlayıp, popülerlik düzeyi artıkça kaçma imkânı neredeyse sıfıra yakın bir yüzdeye sahiptir. Siz istediğiniz kadar uzak durmaya çalışın, var olan düzende basının öncülüğünde çok önemsiz konular hayat memat meselesi haline gelebilir; Pire için yorgan yakılabilir.

Futbol hayatını ülkesi Brezilya'da sürdüren Alex tatil için ülkemizde bulunuyor. Ve çeşitli nedenlerde bolca basınımızda yer alıyor. Bugün Hürriyet gazetesinde okuduğumuz bir röportaj ,Alex'in çok doğru tespitleri ve beğendiğimiz önerileri nedeni ile çok fazla dikkatimiz çekti ve burada bu güzel fikirleri paylaşmak istedik.

Alex kısaca diyor ki; Para mutluluk kaynağı değil, Tasarruf yapmalıyız, Gençler tüketmeyi çok seviyor ancak geleceği düşünmeliler..... Aşağıda bu güzel röportaj;

Ülker'in Başarı Hikayesi ve Sabri Ülker

Aranızda melodisini bilmeyen var mıdır? “Önce güneş hava su, sonra bol gıda gelir...” Radyolarda, televizyonlarda on yıllarca dönüp duran bu sözlerin devamını her kuşaktan memleket insanı bir çırpıda hafızasından bulup çıkartır: “Akşama babacığım, unutma Ülker getir...”
Gazeteciliğin duayen isimlerinden Hulûsi Turgut, epey zahmetli bir işe soyunup, bu reklamı mümkün kılan Sabri Ülker’in romanlara konu olabilecek yaşamöyküsünü son yüzyılın siyasi ve toplumsal tarihiyle paralel bir şekilde anlatmış (Sabri Ülker’in Hayat Hikâyesi – Akşama Babacığım Unutma Ülker Getir, Doğan Kitap). 732 sayfalık bu epey hacimli kitapta ‘bir rol model öyküsünü kaleme aldığını’ söylüyor Turgut.
İstanbul’a 10 rubleyle geldiler
O rol model, 1920’de Kırım’da doğup, 2012’de 92 yaşında İstanbul’da vefat eden Sabri Ülker. Anlatılan onun öyküsü... Ama bu öykünün arkasında sürekli genişleyerek ilerleyen bir başka öykü daha duruyor. Yakın tarihteki tüm sıkıntılardan payını fazlasıyla almış, dört ayrı savaşın hırpaladığı bir aile... Kırım’dan Türkiye’ye uzanan zorlu bir göç... İkinci Dünya Savaşı’yla baş gösteren kıtlık ve yokluk döneminde ilkel bir makine ve üç kişiyle yola çıkmasına rağmen; bugün yurtiçi ve dışındaki tesislerinde 41 bin kişiyi istihdam eden, 70 yaşına ulaşmış, Türkiye ve başta ABD, 9 ayrı ülkede 60 fabrika açmış, sadece gıda alanında 300 marka üretmiş bir firma... Neredeyse sıfırdan zirveye bir Hollywood senaryosu...

Harvard Üniversitesi'nin birincisi bir Türk: Levent Alpöge

22 yaşındaki Türk Levent Alpöge, dünyanın en önemli okullarından biri olarak kabul edilen Harvard Üniversitesi’nden 4 üzerinden 4 not ortalaması alarak ‘Valedectorian’ derecesiyle mezun oldu. Alpöge çalışmalarını Cambridge’ta devam ettirecek.
Harvard Üniversitesi'nin birincisi bir Türk
Dünyanın en prestijli okullarından Harvard Üniversitesi’nde 2014 yılı birincisi Türk genci Levent Alpöge (22) oldu. Alpöge, hem matematik ve fizik lisans bölümlerinden, hem de aynı anda fizik yüksek lisans derecesi elde etti.
Başarılı genç, 4 üzerinden 4 not ortalaması ile “Tüm Üniversite Birincisi” (Valedectorian) olarak dün mezun oldu.
Başarılarla dolu bir eğitim hayatına sahip olan Alpöge, 2010’da henüz lise son sınıfı öğrencisiyken ABD çapında adayların katılımı ile gerçekleşen Intel Bilim Yetenekleri Yarışması’nda ABD Başkanı Barack Obama ve senatörler tarafından kutlanan 40 genç finalist arasına girdi.
Bunun sonucunda, “Ivy League” olarak ve akademik mükemmelliği ile tanınmış ABD’nin 8 en iyi üniversitesi tarafından kabul edildi.

Yöneticiler İçin Başarı Stratejileri III

CCL’in (Center for Creative Leadership) “başarılı yöneticiler” ve “inişe geçen yöneticilerle” yaptığı araştırmaya devam ediyoruz.
Geçen yazımızda başarılı yöneticilerin en başta gelen özelliklerinden birinin “ilişkileri başarıyla yönetmeleri” olduğunu söylemiştik. İlişkileri geliştirme ve sürdürme yetisi olan yöneticiler için patronları, çalışma arkadaşları ve ekibi sıklıkla o yöneticinin iyi bir dinleyici olduğunu, işbirliğine yatkın olduğunu, başkalarının düşüncelerini desteklediğini, güvenilir ve dürüst olduğunu söylüyor.
Birlikte iş yaptığı kişilerle çalışabilme yetisi başarılı yöneticilerle “inişe geçenleri” kesin bir biçimde birbirinden ayırıyor.
“İnişe geçenlerin” ortak yanı ilişki kurmayı becerememeleri. Onlar için sıklıkla söylenen: Duyarsız, yarışmacı, eleştirel, çabuk kızan, kendini beğenmiş, insanları kullanan biri olduğu ve diktatör gibi davrandığı.

Acıya Merhem Olma - Soma'ya -









Seni nasıl sarsam ki,
Yaralarına
Merhem olsam
Sana nasıl baksam ki
Gözlerine
Işık olsam
Sana nasıl sorsam ki
Cevabın ben olsam

Şimdi,
Karanlık, soğuk bir anda
Çaresiz bir zamanda
Acının tam ortasında
Ulaşamam,
Ne yapsam
Sana

Antik Kentler: Collosae

Denizli İli'nin 25 km. doğusunda, Honaz İlçesi'nin 2 km. kuzeyinde yer almaktadır.
Denizli-Ankara karayolunun 16. km. sinde bulunan Organize Sanayi Bölgesi'nden Honaz'a giden karayolu, Colossae kentinin içinden geçmektedir.
Antik kent, Honaz (Kadmos) dağının kuzeyinde Aksu Çayının kenarına kurulmuştur. Antik Çağdan beri kullanılan güney şark yolu üzerindedir. Büyük Frigya içinde bulunan en önemli merkezlerdendir. Ksenophon'a göre Frigyanın 6 büyük şehrinden biridir.
Pers egemenliğinde de parlak çağlarını yaşamıştır. İ.Ö. 2.yy.dan itibaren Hierapolis ve Laodikeia'nın kurulması ile önemini yitirmiştir. İ.S. 1.yy. başlarında Laodikeia ile birlikte yüncülük ve dokumacılıkta çok gelişmiştir. İ.S. 1.yy. da Neron döneminde meydana gelen depremle harap olmuştur.

SineMASAL: “Sinema artık köylerde…”

“Hayallerinin peşinden koşan gencecik bir adam Enes Kaya; önyargısız, gözleri pırıl pırıl ve cesur. İnatçı sonra. Haberdar olduğum ilk andan beri aynı heyecanla beni içine çekmeyi başaran masal gibi bir girişimin, SineMASAL‘ın yaratıcısı ve öncüsü.”
Artık Egoist Okur’daki röportajları dolayısıyla çok iyi tanıdığınız Sinem Dinçer yazıp gönderdi bu röportajı ama okuyunca ben de acayip heyecanlandım. SineMASAL’a nasıl katkım olabilir diye düşündüm, kafa patlattım hatta. Kaldığı iki odalı harabeyi yaşanabilir hale sokup aylardır iki parçalı kıyafet kombinasyonu arasında seçim yapa yapa yaşayan, yiyecek meselesini nasıl hallettiğini kendine bile çözememiş olan ama yaptığı tek sinema filminden kazandığı parayla sineMASAL adlı şahane bir projeyi hayata geçirmeyi başaran genç bir adamın hikayesi beni etkiledi. Sizi de etkileyeceğini ve “sinema köylerde” diye özetleyebileceğim sineMASAL’ı ayakta tutmak adına hep beraber fikir üreteceğimizi umuyorum.  (Gülenay Börekçi)
SineMASAL
Enes Kaya, çocukluğunda Düzce depremini yaşamış ve o zamanlar eğitimi aksamasın diye de Denizli’de okumaya başlamış. Burada yurtta kalırken deprem hissini içinden atamayıp, bu travmadan uzaklaşmasını sağlayan ‘sinema’ya, kelimenin tam anlamıyla kapamış kendini. Oysa bambaşka dünyaların kapısı açmış bu kapanma ona. Şimdilerde sıkça adını duymaya başladığımız SineMASAL projesi de o zamanlarda işte böyle oluşmuş:

Yöneticiler İçin Başarı Stratejileri II

Geçen yazıda CCL’in (Center for Creative Leadership) yaklaşık 15 yıl süren bir araştırmasından söz ettim. CCL çalışmasında temel olarak üstün performans gösteren üst düzey yöneticilerle “inişe geçen” veya gelişimi bir platoya oturan yöneticileri karşılaştırdı. Amaç; yöneticilerin üst düzey pozisyonlara ulaşabilmek ve bu rolü başarıyla sürdürebilmek için neye gereksinimleri olduğunu çıkarmaktı.
Araştırmada “inişe geçen” yönetici; işten çıkarılmış, daha alt bir pozisyona geçirilmiş ya da kariyeri artık bir düzlüğe erişmiş yönetici olarak tanımlanıyor. İstisnasız her seferinde bu yöneticinin, inişe geçmeden önce kariyerinde ilerlemek için yüksek potansiyele, dikkat çekici bir performansa ve sağlam bir liderlik pozisyonuna sahip olduğu görülüyor.
“İnişe geçen” yöneticilerde beş temel özellik ortaya çıkıyor:
1. İnsanlarla ilişkilerinde problem yaşıyorlar
2. Yetenekli insanları ekiplerinde toplayamıyorlar ve ekiplerini iyi yönetemiyorlar
3. İş hedeflerine ulaşmada başarılı olamıyorlar
4. Değişemiyorlar veya değişime uyum sağlayamıyorlar ya da bunu istemiyorlar
5. Geliştirdikleri uzmanlık alanına (Örneğin; finans) saplanıp büyük resmi kaçırıyorlar ve organizasyonun bütününü ve nereye gittiğini göremiyorlar. Bunlar aslında üst düzey bir role henüz hazır olmayanlar.

İyiturks Bilim: Mehmet Genç

Mehmet Genç. Ülkemizin sahip olduğu dev çınarlardan birisi. Yaptığı işe tutku ile bağlanmış ve bu uğurda 40 yılını vermiştir. Üstelik bunu kişisel bir beklenti/hedef uğruna değil, tam tersi bir şeylerde vazgeçme pahasına, bilimsel bir ideal içinde yapmıştır. Dönemi içinde pekte gösterişli, gelecek vaat eden bir konu olmayan, hatta bulaşmanın mevcut riskleri bulunan Osmanlı hakkında tabiri caizse “Deli Cesareti” ile bir ummana dalmıştır. Nasıl bir inanç nasıl bir motivasyona sahip ki bu yolculuğu 40 yılsonunda başarı ile bir limanda neticelendirmiştir. (Kişisel kanımız işin içinde biraz da karadenizin meşhur "İnadı" karışmış olmalı şeklinde. Bu sabır ve hedefe ulaşmadaki bu keskin azim böyle bir yan etkiye de muhtaçtır.) Bu yolda yeni yolculuklar için bir seyrüsefer oluşturmuş, kendi adına ise paha biçilemez bir manevi tatmine kavuşmuştur.
Bizler kendisini anlatmak adına fazla alternatifimiz olmadığından, farklı bir yol denedik. Bu şekilde etkili ve tatmin edici bir sonuca varacağımızı düşündük. Genellikle şikâyet konusu olan ve kişiler/kurumlar hakkında pekte etkileyici bir şeyler bulunmayan Sosyal Medya Sözlüğünden alıntılar yaptık. Burada bizim şaşırdığımız genelde itici bakış açılarının olduğu bu sözlükte Sayın Mehmet Genç hakkında harika şeylerin yazılmış olması idi. Burada bunların yazılmış olması demek, kendisinin gerçekte kat ve kat fazlasına sahip olması anlamına geldiğinden hayranlığımız ile bu yazıyı hazırladık. Vakit geçirmeden “Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi” isimli kitabını temin ederek, 40 günde okuyabilmeyi diledik. Burada kendisini şükranlarımızı sunar, çalışmalarının faydalı sonuçlara sebep olmasını temenni ediyoruz.

Öğretmenin Kralı: Mehmet Uğur Ayhan

Adıyaman'da doğuştan bedensel engelli 8 yaşındaki kız, okuma yazma öğretmeye gelen öğretmeninin yaptırdığı egzersizler sayesinde yürüdü. Evde eğitim vermeye gelen sınıf öğretmeni Mehmet Uğur Ayhan'ın tahta ve bezden yaptığı destek aletleri sayesinde egzersiz yapan Filiz Akın, önce ellerini kullanıp yazı yazmaya, sonra tek başına oturmaya ve yürümeye başladı.
Örenli Mahallesi'nde yaşayan Zeynep ve İbrahim Arık çiftinin tek çocuğu Filiz Arık, doğuştan bedensel engelli olarak dünyaya geldi. Ailesi tarafından birçok doktora götürülen Arık, uygulanan tedavilere rağmen sağlığına kavuşamadı. Boynundan aşağı bedeninin hiçbir uzvunu hareket ettiremeyen ve bu yüzden okula gidemeyen Arık için ailesi okuma yazma öğretmek amacıyla Milli Eğitim Müdürlüğü'nden öğretmen görevlendirmesini istedi.
Görevlendirilen sınıf öğretmeni Mehmet Uğur Ayhan, eğitim vermeye geldiği kızın engelli olduğunu, ellerini ve ayaklarını kullanamadığını görünce ona spor dersi kapsamında çeşitli egzersizler yaptırdı. Üç ay boyunca egzersizlere devam eden Arık, önce ellerini kullanıp yazı yazmaya, sonra tek başına oturmaya ve yürümeye başladı.

Yöneticiler İçin Başarı Stratejileri

CCL (Center for Creative Leadership) bizim bugün liderlikle ilgili ne biliyorsak pek çoğunu borçlu olduğumuz bir araştırma ve eğitim kurumu. 1983’de yöneticilerin kariyerlerinde merdivenleri güzel güzel çıkarken nasıl oluyor da birden bire “inişe geçtiklerini” ya da yükselişi durdurduklarını araştırmaya başladı. Bu dizide araştırmanın geldiği yeri özetlemeye çalışacağım.
CCL çalışmada temel olarak üstün performans gösteren üst düzey yöneticilerle “inişe geçen” veya gelişimi bir platoya oturan yöneticileri karşılaştırdı. Amaç; yöneticilerin üst düzey pozisyonlara ulaşabilmek ve bu rolü başarıyla sürdürebilmek için neye gereksinimleri olduğunu çıkarmaktı.
Çalışmanın ilgi çekici bulgularından birisi de; son 15 yılda iş dünyasında meydana gelen pek çok değişikliğe rağmen başarıyı ve düşüşü oluşturan nedenlerin ve özelliklerin aynı kalışı oldu.
CCL başarılı yöneticilerle “başarı vadeden” ama gelişimleri duran ya da “inişe geçen” yöneticileri karşılaştırarak, her iki kulvarı belirleyen faktörleri görmeye çalıştı. Bu faktörlerin farkında olan ve liderlik becerilerini iyi değerlendiren yöneticilerin, kariyerlerinde hedefledikleri yönde ilerledikleri anlaşılıyor.
Araştırmada “başarılı yönetici” denince; yönetici düzeyine gelmiş, üst düzey yöneticiler tarafından “terfiye aday” olarak gösterilen yönetici anlaşılıyor. Başarıya götüren temel özellikler:
1. Güçlü ilişkiler kurabilmek, ilişkileri iyi yönetebilmek
2. Ekibi yetenekli insanlarla oluşturmak ve başarıyla yönetmek.
3. Üstün performans gösterdiği pek çok başarıya sahip olmak
4. Değişim dönemlerine uyum sağlamak ve kendini geliştirmek

Cem Mumcu’yla Yazarlık ve Yayıncılık Üzerine

Dizüstü Edebiyat Serisi ile büyük başarı yakalan OkuyanUs Yayınevi’nin sahibi Cem Mumcu ile yazarlık ve yayıncılık üzerine bir şöyleşi yaptık. Psikiyatriden sosyal medyaya kadar bir çok konuda görüşlerini paylaşan Cem Mumcu, bibliyom bir babanın bibliyoman oğlu olduğunu söyleyerek sohbete başladı. Mumcu, kitaplara olan tutkusunu, bu tutkunun onu nasıl yazarlığa ve yayıncılığa sürüklediğini anlattı.
Edebiyat dünyasına girişiniz Okuyan Us Yayınevini kurmanızla mı başladı yoksa yazdığınız bir kitabın yayınlanmasıyla mı?
Yazdığım yazıların bir çok dergide yayınlanmasıyla. Sayısız dergide yazılarım vardır, şiirlerim vardır. Ben yazmaya şiirle başlamıştım. Hala yazarım şiir ancak yayınlamam. Nedense şiirin şuanda yayınlanası bir dönemde olmadığını düşünüyorum. Çocukluğumdan berizaten temel meselem okumaktı. Bir bibliyomanın oğluyum ben.

Bir Akdeniz Bitkisi Kebere

İlk çağlardan bu yana her topluluk kendi imkânlarına göre baharat ve çeşni geliştirdi. Ülkemiz topraklarında doğan kebere de bu çeşnilerden biridir. Kökü 12 metreye kadar inen özelliğiyle kurak, fakir, kireçli ve tuzlu topraklarda yetişen kebere; hem gıda hem de ilaç ve boya sanayisinde kullanılır. Kebere, salamura yapılmadan tüketilmez.

Baharatın ve hardalın olmadığı bölgelerde, insanların iştahlarını parlatmak için kullanıldığı keberenin ismi Aramice’de "qapar" kelimesinden türemiş. Halk dilinde kebere dışında gebre otu, gerse gibi isimlerle de anılır. Batı mutfaklarındaki kebere kullanımının etkisiyle günümüz lisanında “kapari” olarak yer alır.

Keberenin Osmanlı mutfağında 14. yüzyılda sirke ve adamotuyla beraber kullanıldığı bilinir. Osmanlı saray mutfak defterlerine göre kebere ve çiçeğinin salamurası Çorum’un Osmancık ilçesinden sağlanırmış. Kaynaklarda kebere aşı yemeğinden bahsedilir fakat yapımı hakkında henüz fazla bir bilgi yoktur. Şifa yönünden uzmanlarca çok faydalı bulunan kebere, Ege ve Doğu Akdeniz kıyılarında halk mutfağında kullanılıyor. Türkiye aynı zamanda önemli bir kebere üreticisidir.

Serbral Palsili Seben Ayşe Dayı Öğretiyor

Seben Ayşe Dayı, seberal palsili olarak dünyaya geldi. Serebral Palsi, tıp diliyle beyin felci. Dayı'nın öğrencilerine açıkladığı şekliyle ise “Doğum sırasında oksijensiz kalması nedeniyle beyinde oluşan hasara bağlı olarak yaşadığı hareket ve konuşma zorluğu.”
Seben Ayşe Dayı şimdi Yeni Okul 'da hazırlık ve birinci sınıfların derslerine yardımcı öğretmen olarak katılıyor.
Al Jazeera'den Umay Aktaş Salman'ın haberine göre Dayı, küçük yaşta fizik tedavi ve özel eğitime başladı. Metin Sabancı Spastik Çocuklar ve Gençler Eğitim Öğretim Merkezi’ne gitti. Konuşmasını ve yürümesini geliştirmek için sürekli çalıştı.
Dayı, ilk dersini ve öğrencileriyle ilk buluşmasını şöyle anlatıyor:
"Önce güldüler. ‘Niye böyle yürüyorsun, niye böyle konuşuyorsun’ diye sorguladılar. Sonra üç sınıfla da oturup tek tek konuştum. Nedenini anlattım. Sonra daha rahattılar. Sınıfta onlara yardım edip edemeyeceğim konusunda tereddütleri vardı. Okuma saatinde ben de yanımdaki kalın kitabımı açtım okudum. ‘Sen bu kadar büyük kitabı nasıl okuyorsun?’ diye geldiler yanıma.