Türkiye Posterleri:Çeşm-i Bülbül




Önce ince ve renkli cam çubuklar yüksek ısıda eritilir sonra su gibi olmuş camın içine yerleştirilir. "Dönerek burulan" çizgiler, ustanın üslûbu ve hüneriyle camın ruhuna işlenir. Vazolar, sürahiler, şekerlikler, kaseler, tabaklar… 18. yüzyıldan beri Bülbülün Gözü’nden görünenler şimdi duvarlarınızda.





Mağaralarda yaşayan milyarlarca insan...

Hayatın demini alamamış yaşamlar bizimkisi. Olgunlaşmamış, bir şeylere erememiş ham bir hayat yaşadığımız. Ben eksenli, kör ve sağır yalnızlıklar dünyasındaki insancıklarız.
Birbirlerimize o kadar yabancılaştık ki birbirimizi görmez ve duymaz olduk. Kendi küçük dünyalarımıza en ufak bir müdahale olduğunda en yabani halimiz ile saldıran vahşiler olduk.
Medeniyet dediğimiz bu ileri yaşam bizleri ilk çağlardaki yalnız, korkak ve yabani olan atalarımıza benzetmeye başladı. Artık saldırganlığımız içgüdüsel olarak gelişen ve bizleri birbirinden uzaklaştırıp mağaralarımıza hapseden bir tepkiye büründü. Tekerleği, ateşi ve yazıyı yeniden keşfetmemiz gerekecek.
Birbirimizi yeniden tanıyıp tanış olmamız gerekecek. Pişip olgunlaşıp hamlara örnek olmamız gerekecek. Sevmeyi, saymayı, hatırı, vefayı öğrenmemiz gerekecek. Yeniden insan olmayı hatırlamamız gerekecek. Susmayı, dinlemeyi, okumayı, anlamamız gerekecek.
Mağaralarımızdan çıkıp köylerde, kasabalarda, şehirlerde yaşamamız gerekecek. Yalnızlığımızın esaretinden kurtulup birlikte yaşamanın medeniyetine ulaşmamız gerekecek.
(Uzun uzun üzerinde çalışıp, sayfalarca yazmak istediğimiz dürtünün kırıntılarını not edip, paylaşmak istedik...)
iyiturks

Yellow Press Yayında!

iyiturks olarak bir blog açma ihtiyacımız, bizi bunaltan ve yeter artık denilen noktaya sürükleyen, bilgi alma kaynaklarındaki rahatsız edici yaklaşımlar idi. Yola “Bizleri yönlendiren bizlere en yakın olan bilgilendirme araçlarında genellikle öne çıkan tercihlerden farklı olarak burada iyi ve güzel olanları paylaşmayı istiyoruz... Okurken, dinlerken,izlerken ruhuma mutluluk, huzur, keyif gibi hoş duygular bırakan ne olursa burada paylaşıp aktarmak istiyoruz.” Temenni ile çıkıp, zaman zaman;
 “Altı milyardan (6.000.000.000) fazla insan, binlerce şehir, kurum, yayın, yüzlerce ülke var. Bunların oluşturduğu yüzbinlerce haber... Bize ulaşan, gözümüze, kulaklarımıza, beynimize ve kalbimize yerleşen neden bu kadar kalitesiz, kötümser, iç karartıcı ve basitçe olanları. Dünyamızda hergün bize ulaşmaya değer sadece savaşlar, katliamlar, protestolar, cinayetler, kavgalar, hakaretler, ahlaksızlıklar, yolsuzluklar,tüketim çılgınlıkları,içi boş gösteriler mi var.
Milyarlarca insandan, binlerce kurum ve kuruluşlarda geriye kalanlar bu mudur? Gündemimize gelmeye değer güzellikler, mutluluklar,sevinçler,iyilikler nerede. Bu dünyada hergün cehennemlik hayatlar mı yaşanıyor? Niçin iyi ve güzel şeyler öne çıkarılmıyor? Niçin dünyadaki olumlu yaşananlar bizlere ulaştırılmıyor? Haber kaynakları, bunları yönetenler, yönlendirenler sadece kötü ve çirkin olanları mı görüyor? “ şeklinde isyankâr haykırışlarımız olmuştu.
Yıllardır çalışmalarını, eserlerini uzaktan gıpta ve hayranlık ile takip ettiğimiz çalışkan, üretken ve donanımlı düşünürümüz Alev Alatlı’nın yeni kitabı nedeni ile gündemimizde sıkça yer alması bizi tekrardan çalışmaları üzerinde yoğunlaşmaya teşvik etti. Kendisi ile aynı bilgi birikimine, aynı düşünce üretme ve hazmetme eşiğinde olmamamız nedeni ile algılama ve eşlik etmede yavaş kalsak ta söylemlerini belli seviyelerde yakalayarak anlamlandırmaya çalışmaktayız.
İnternet sayfasında yapmış olduğumuz okumalarda “DEĞERLER KAYBI, “Yellow Press” vs. “ isimli makalesinde yer alan “Yellow press” kavramı ve anlattıkları bizim yola çıkmamızdaki en temel şikâyet konularımızın karşılığı olduğunu algılamak bizleri heyecanlandırıp mutlu etti.
Heyecanlandık çünkü bu rahatsızlığımızın bize özgü olmadığını ve medyanın bilinçli olarak kullandığı bir yöntem olduğunu ve bu rahatsızlığımızda haklı olup, yalnız olmadığımızı anladık. Sevindik çünkü medya konusundaki kıt bilgi darağacımıza çok önemli bir kavram katarak küçükte olsa bir ilerleme daha kaydedebildik.
Bu heyecan ve sevincimizi aktarıp sizlere bu makaleden küçük bir alıntı yapıp, meramımızı sizlerle paylaşmak istedik. Sayın Alev Alatlı’ya yürekten sunduğumuz teşekkürlerimiz ve anlaşılmak dileğimiz ile, mutlu kalın
iyiturks
DEĞERLER KAYBI, “Yellow Press” vs. (kısmi alıntı)
- Bugün Türkiye’de basın tarafından oluşturulan yeni bir gerçeklik alanı sanki hayatın kendisinin yerini alıyor. Bu nasıl bir yanılsamadır? Sanki bir tarafta basın tarafından takdim edilen bir Türkiye var diğer tarafta da  gerçek Türkiye. Bu tuhaf durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üstenci olduğu kadar da donanımsız medya, asıl vasfını, yani, ülke insanının yaşam serüvenine ayna tutan, yaşam serüvenini yansıtan mecra hüviyetini kaybeder, “taraf” olur. “Üstenci” sıfatını açayım: ülkemizde basın, varoluş nedeni yönetimi ele geçirmek olan kadim Babı-ali/jöntürk geleneğinden gelir. Babı-ali/jöntürk alışkanlığı, haber üretiminin aydınlanmacı bir uğraş olarak olarak algılanması şeklindedir; haber vermek değil, haber yapmak şeklinde tezahür eder.  Haber vermek, objektivite içerir, haber yapmak ise değer yargısı.  Revaç vermek istediğiniz olayı haber yaparsınız. Bu bir. İkincisi, muhabirle sütun yazarı arasına dillendirilemeyecek kadar derin bir maddi-manevi getiri uçurumu koyan gazeteler, “manifesto” hüviyetine bürünürler. “Manifesto” yazımı, Babı-ali/Jöntürk alışkanlığının devamı olup, günümüzde halen “sütun yazarları” ve/veya “anchorman”ler tarafından sürdürülmektedir. Öte yandan manifestolar, doğaları icabı obskürantisttirler. Dolayısıyla, haber tüketicileri, olaylara indirgenmiş veya abartılmış haberlerden muttali olurken, hadiselere katılamaz, yönlendirilmelerinde katkı sağlayamazlar. Hal böyle olunca, basın, kendi kurguladığı “gerçeklik”le hemhal olur. Dahası, birinci, ikinci ve üçüncü erkleri de kendisine göre biçimlendirir.  Yeri gelmişken, Türkiye’nin resmini altüst eden bu köklü değişim sürecini irdeleyen, tartışan, sorgulayan, sonuca dönük çıkarsamalara yönelen üniversite olmalıydı. Neden, üniversite? Çünkü, ulusumuzu, kör dövüşü şeklinde geliştiğini gördüğümüz köksüz liberalizmden de sakınabilecek  bir kurum varsa, o üniversitedir. Üniversitenin değişim sürecinden tecridi obskürantizmin nihai zaferidir.
- Obskürantizm kavramını soracağım ama köksüz liberalizm dediniz. İşaret ettiğiniz bu tehlikeyi biraz açar mısınız?
Şöyle söyleyeyim; liberalizm, her şeyden önce düşünce ve kanaatleri dillendirme özgürlüğüdür. Bilgi ve düşünce arama özgürlüğü, bilgi ve düşünce edinme özgürlüğü, bilgi ve düşünce yayma özgürlüğü, bunlar  liberalizmin gelmiş geçmiş en ünlü teorisyenlerinden John Stuart Mill’in (öleli 140 yıl oldu) dökümleri. Basının da, tarafsız mahkemelerin de varlık nedenleri liberalizmdir.  Kör dövüşü şeklinde gelişen liberalizm derken, kavramın özünü göz ardı eden, ekonomik telmihlerine yarım yırtık revaç veren liberalizmden bahsediyorum. Kendimizi kandırmayalım, bayağılık devam ediyor – düşünce dünyamızı ıslah edebilecek yegâne mercinin üniversite olduğunu savunuyorum. Üniversitenin işi bu.
- Obskürantizm demiştiniz. Oraya dönersek..

Anadolu Merkezli DünyaTarihi! Muhteşem

Tesadüfler hayatımızda ne kadar yer tutuyor bilemeyiz. Ancak biliyoruz ki tesadüfler tarihin ve toplumların akışını değiştirecek sonuçlara yol açabilmektedir. Bizim yaşadığımız ve farkına vardığımız tesadüfler bu kadar büyük etkiler yaratmasa da olumlu, güzel ve şaşırtıcı sonuçları olmuştur.
Bu güzel ve şaşırtıcı tesadüflerden birini de Theodore Zeldin’in “İnsanlığın Mahrem Tarihi” isimli kitabını araştırırken karşılaştığımız Evin Esmen ve Arda Kısakürek isimli iki Don Kişot’nun zamana iz bırakma ve topluma borçlarını ödeme konusunda yapmış oldukları akıl dışı  “Bizimkiler/Anadolu Merkezli Dünya tarihi" isimli çalışmaları oldu.
Tamamen bir alıntı linkini takip ederek ulaştığımız çalışmalarını ilk bakışta algılayamamakla beraber merakımızın peşinden gidip incelemeye çalışınca bu devasa çalışmayı fark ettik ve hayret ettik.
Bizi bu kadar hayrete düşüren bu çalışmanın hiçbir ticari hiçbir Tanıtım faaliyeti kapsamında olmadan “Ücretsiz” bir biçimde ilgilenenlere sunulması idi.
Şu an için 27 cildi bulan Medeniyetler tarihi çalışmasının her türlü övgüye, ödüle ve ilgiye değer olduğunu belirterek bu iki Kahraman insana teşekkürlerimizi borç biliriz.
Önsöz olarak her iki yazarın ayrı ayrı kaleme aldığı metinlerde Arda bey çok güzel ve çoğunluk fikirlerine canı gönülden katıldığımız görüşleri bizleri inanılmaz derecede heyecanlandırdı ve gururlandırdı.
İlgili çalışma Adresi : http://www.dunya-tarihi.com/
iyiturks
Önsöz Arda Kısakürek
Bu kısa tanıtım ve şükran yazımızdan sonra sizleri de etkileyeceğine inandığımız çalışmanın önsözü ile baş başa bırakıyoruz. Saygılarımızla,  iyi okumalar
1999 yılında çalışma hayatımızı kapatıp, köşemize çekildiğimizde, senelerce sanayide ve üretimde çalışmış kişiler olarak gönlümüzün rahat olması gerekirdi, ama öyle değildi. Ülkemizde ve dünyada olup bitenleri tam olarak değerlendiremiyor, bu ülke için ne yapılabilinir sorusu dönüp dolaşıp karşımıza çıkıyordu. Olup bitenleri daha iyi anlayabilmek ve yorumlayabilmek için Tarih’i öğrenmeye karar verdik.
Kendimizi yani “ bizi “ tanımak istiyorduk. Sanayide çalışırken ilkokul mezunu bile olmayan insanların, en ileri teknikleri ne kadar çabuk kavradıklarına ve bununla da yetinmeyip onları nasıl geliştirdiklerine defalarca şahit olmuştuk. Fedakârca, çoğu zaman kendilerini hiçe sayarak çalışıyorlardı. Hâlbuki pek çok şart aleyhlerine idi. Tek oda evlerine döndüklerinde uyuma imkânları olmamasına rağmen gece vardiya tutuyor, uykusuzluk ve yorgunluktan başları düştüğünde de, yakalanırlarsa, cezalandırılıyorlardı. Karşılığını yeteri kadar almadan durmadan çalışıyor ve aleyhlerine cereyan eden olayları büyük bir tevekkülle karşılıyorlardı. Onların, Kıbrıs olayları sırasındaki heyecanlarını ve bıraksalar nasıl atılacaklarını yaşamıştık. Haysiyetlerine ne kadar düşkündüler. Her cefaya katlanırlardı ama başkası “ ne der “ e dayanamazlardı. Tek istekleri güvendi, şerefleri ile başları dik yaşamak istiyorlardı. Yarı aç, yarı tok yaşamak sonraki bir şeydi ve çok da önemli değildi. Tek istekleri olan güven ve saygıyı onlara ne iş yerleri, ne de ülkeleri vermiyordu. Ama onlar, küçük karıncalar olarak, birbirine tutunuyor, yoktan var ediyor ve bunu fark etmiyorlardı.
Ramazanda oruçlarını tutuyorlardı. Fırsat bulurlarsa namaza gidiyorlardı. Ama kimseyi de bunları yapmıyor diye yargılamak akıllarından geçmiyordu. Dindar mıydılar, hiç anlayamadık. Dinlerini biliyorlar mıydı, sanmıyoruz. Peki, öyleyse yaptıkları neydi. Kendilerinden olmayanları ( başka din ve ırktan ) hiç yadırgamadan karşılıyor onlarla hemen kaynaşıyorlardı. Bunlar köylülükten yeni işçi olmuş insanlardı. Hala kökleri köylerdeydi. Aradan birkaç nesil işçi olarak geçmemişti ama onlar teknoloji ile hemen bütünleşmişlerdi. Ne kadar olgun ve ne kadar insandılar.
Kimse hakkında kötü söylediklerini görmedik. Hatta yapılan yanlışları bile, başkasını gammazlamak ağırlarına gittiğinden söylemezlerdi. Kendi hallerinde insanlardı. Kimse onların ne kadar fedakâr olabileceğini, nasıl onların bir kaplan kesilebileceğini anlayamazdı.
Peki, bizim insanımız böyle ise, niye dünya bizi düşman bellemişti. Biz ne yapmıştık ta, bizden bu kadar korkuluyor, tiksiniliyor ve uzak durulmaya çalışılıyordu. Hâlbuki savaş meydanlarında düşmanlarımızın bize saygı duyarak ayrıldığını biliyorduk. Biz Libya’da, Balkan Savaşında, Birinci Dünya Savaşında, İstiklal savaşında çarpışmış olan, öldürmüş, yaralamış ve yaralanmış olan, dedelerimizi, amcalarımızı tanımıştık. Onlar bize göre “ ensesine vur, lokmasını al “ insanlardı. Ufak, tefektiler, kimse onların Yemen’de, Galiçya’da, Kanal’da ve daha pek çok yerde aşsız ve kurşunsuz, sadece yüreği ile dövüştüğünü anlayamazdı. Kimse onların, gözlerinin önünde yaralı arkadaşları kesilirken, kurşunları olmadığı için yaralılarını koruyamadıklarını ama hep bunun acısı ile yaşadıklarını anlayamazdı.

Küçük bir çocuğa çok büyük bir armağan

Bugün dikkatimizi çeken bir haber “Hayat” üzerine bir kez daha düşünmemize vesile oldu. Daha önceleri de bir çok yazıya konu olan “Hayat” kavramı tekrar üzerine düşündüğümüz ve duygulandığımız anlara konu oldu. İnsanlık olarak o kadar kendimizi kaptırmışız ki dünyanın kargaşasına en değerli varlık olan “Hayat”ı bir kenara bırakmışız.  Hâlbuki günlerimizi, anlarımızı kaplayan ve çok önemli görünümlere sahip hiç bir konu, ayrıntı, istek, durum hayatın kendisi karşısında değersiz ve anlamsızdır. Hayatın en değerli anı “O” çocuğun 5 dakikalık bir zaman diliminde yaşadığı tanımsız mutluluktur. O anlarda küçük kalbinin heyecandan hızla çarpmasıdır, yüreğini kaplayan ve bedeninde bir güneş gibi parlayan mutluluğun gözlerinden ışıldamasıdır. Gerisi “Hayat’ın ağır sorumluluğu karşısında kaçtığımız “Bahane”lerimizdir.
iyiturks
ABD’de 7 yaşındaki beyin kanseri Jack Hoffman, ölümcül hastalığıyla mücadelesinde eşi görülmemiş bir destek buldu.
Nebraska Amerikan futbol takımının fanatik taraftarı olan Hoffman, hayranı olduğu oyuncularla gerçek bir maçta forma giyerek hayalini gerçekleştirdi.
2013 Nebraska Spring Amerikan futbolu karşılaşması Cumartesi günü Nebraska’daki Memorial Stadyumu’nda oynandı. Maç devam ettiği sırada Jack Hoffman’a Nebraska forması ve kaskı giydirildi. Beyin kanseri tedavisi gören çocuk, Nebraska koçundan sahada ne yapması gerektiğine dair taktikler aldı. Hayranı olduğu oyuncular arasında yerini alan Jack Hoffman, işaretin verilmesiyle topu eline aldı.
Sayı Yaptı
Hoffman, kendisini izleyen 60 bin kişinin coşkulu tezahüratları ve etrafındaki oyuncular eşliğinde 69 yard’lık bir touchdown gerçekleştirdi. Ölüme meydan okuyan küçük çocuğun sahadaki koşusu, tribünlerde ve ekranları başında maçı izleyenlere duygusal anlar yaşattı
Touchdown’ın ardından futbolcuların omuzlarına alınan Jack Hoffman, duygularını öğrenmek isteyen gazetecilere, hayatının en büyük mutluluğunu yaşadığını, kendisini rüyada gibi hissettiğini söyledi.

2011 yılının Nisan ayında beyin kanseri teşhisi konulan Jack Hoffman, iki kez ameliyat geçirdi. 60 haftalık kemoterapi tedavisine iki hafta ara veren küçük çocuk, Nebraska takımı ve taraftarları sayesinde unutulmaz bir gün yaşadı.

Türkiye Posterleri:Kaftan




Kimler giymedi ki onu, sultanlar, vezirler, sadrazamlar, kazaskerler, kapıkulları, yeniçeriler… Padişahlar önemli hizmet görenleri kaftanla ödüllendirirdi. Hatta padişahın ihsan ettiği kaftanları giydirenlere Kaftan Ağası denirdi. Renk, şerit, kordon ve düğmelerinden anlaşılırdı kıymetleri… Kaftan, artık bir statü sembolü olmaktan çok otantik bir kıyafet olarak kullanılsa da duvarlarınızda yaşamaya devam edecek…




Yılın "İnsan Faktörü Mühendisi" Seçildi


Amerika’da sağlık bakımı güvenliği alanındaki büyük ödül, bu sene Türk akademisyen Ayşe Gürses’e verildi. İnsan faktörü mühendisi Gürses’in işi hastanelerdeki insan hatasına dayalı ölümleri önlemek, doktorların midede makas, gazlı bez unutmalarını engellemek.
Gazetelerin en çarpıcı haberlerindendir tıp hataları. Hastanın midesinde unutulan makas ya da pensler, grip olan birine yanlış iğne vurup ölümüne sebebiyet vermeler, hastane enfeksiyonlarına bağlı ölümler... Açık ameliyatlarda içeride kalan gazlı bez tamponlar...
Suçlamak Yerine Önle
Gelişmiş sağlık sistemleri bunu bir sorun olarak tespit edip doktor ya da hemşireleri suçlamak yerine, işleri konu ile ilgili sistemdeki yetersizlikleri bulup bunları gidermek olan uzmanlar istihdam ediyor. İşte, Doç. Dr. Ayşe Gürses de Amerika’nın en iyi üniversitelerinden Baltimore’daki Johns Hopkins Üniversitesi’nde bu işi yapan ve ödül kazanan Türk kökenli bir uzman.
İnsan Faktörü Mühendisi
37 yaşındaki Ayşe Gürses, aslında bir endüstri mühendisi. ODTÜ’yü bitiriyor. 1997’de ABD’ye gelip endüstri mühendisliğinin bir alt birimi olan insan faktörleri mühendisliği çalışıyor. İnsan faktörlerinin de sağlık sektörüne yansımasını ele alıp sağlık bakımının en karmaşık alanlarından biri olan yoğun bakımdaki hemşirelerin görevlerini incelediği bir doktora tezi hazırlıyor. Ardından beş yıl önce Johns Hopkins Tıp Fakültesi’nde bu alanda işe giren ilk akademisyen oluyor.
Pilot Değil Sistem Hatası 
Johns Hopkins’te yürüttüğü çalışmalarla, bu ay kendisine Davranışsal ve Beyin Bilimleri Dernekleri Federasyonu’nun (FABBS) insan faktörleri ve ergonomi alanındaki genç araştırmacı ödülü verilen Gürses, yaptığı iş ve ödül hakkında Hürriyet’e şunları söyledi: “İnsanlar hata yapabilirler, özellikle de iş yükleri fazlaysa. Bir şeyi yanlış görebilirler. Hatayla bir düğmeye basabilirler. Eskiden birçok hataya pilot hatası denilmekteydi. Günümüzde baktığımızda birçok durumda aslında sistemin pilotu hata yapmaktan alıkoyamadığını görüyoruz.”
Her gün bir uçak dolusu insan tıbbi hatadan ölüyor