‘Türk Hawking’ Almanya’nın Nobel’ini aldı


Hikâyemiz 18 Ağustos 1962 günü Zonguldak’ta başlıyor. 4 yaşındaki Onur, o gün plaj dönüşü bisikletinden düştü. Sağ ayağını paslı bir teneke kesti. Gece ateşlendi. Sabah kalktığında pelte gibiydi. Çocuk felci gelip onu vurmuştu. Görüyor, anlıyor, konuşuyor ama hareket edemiyordu.
Almanya’da tek başına
Türkiye’deki tedavi 9 ayda sonuç vermeyince Onur’u Almanya’daki dayısının yanına götürdüler. Doktorlar, tedavinin başarısı için Almanca öğrenmesini şart koştu. “Kesinlikle Türkçe konuşmayacak” deyip annesinden ayırdılar Onur’u... Tekerlekli sandalyesinde yapayalnız kaldı; haftalarca tek başına ağladı.
8 aylık ayrılık sonucu Almancayı öğrenince, ailesi Almanya’ya yerleşti. Onur; korse ve atellerle yürüme talimine başladı. Uzun tedavisi sonunda yürüyemeyecek, ama ellerini kollarını oynatabilir hale gelecekti.
Yaş günü hediyesi mikroskop
Hem okuyor hem de ağır omurilik ameliyatları oluyordu. Yaş günü hediyesi olarak annesinden mikroskop istedi. Farklılığı ortaya çıkmaya başlamıştı. Çocuklar din ve beden dersindeyken o bahçede yalnız kaldığında karıncaların hâkimiyet alanlarının haritasını çıkarıyor, topladığı böcekleri inceliyor, onların ayak biçimlerini kağıda çiziyordu. Vaktinin çoğunu kütüphanede geçiriyordu. Kendini hepten okumaya vermiş, yaşıtlarını geçmişti.
Balıklar renkli mi görür?
Ortaokul bitince oturma izinleri doldu, Türkiye’ye döndüler.
Onur, 1973’te İzmir Atatürk Lisesi’nde liseye başladı. Teşekkürle geçti. Hedefi psikoloji okumaktı. Lise 3’te TÜBİTAK’ın bilimsel deneyler yarışmasında, balıkların dünyayı siyah beyaz gördüğünü kanıtladığı deneyiyle finale kaldı. Ödülü alamadı, ama doğanın sırlarını çözme ateşi içine düşmüştü bir kere... Liseyi birincilikle bitirip üniversite için Almanya’ya döndü.
Beynin sırları peşinde
16 yaşında Bochum’da psikoloji tahsiline başladı. Çocukken yaptığı gibi, hayvanlar üzerinde çalışıyordu. “Fareler tek tek mi, grup halinde mi daha iyi öğrenirler”i araştırıyordu mesela...
Bitirme tezi olarak “beyin”i seçti...
Beyindeki zedelenmelerin sağ ve sol lobda yarattığı fonksiyon kayıplarının farklılıklarını inceliyor, beynin reorganizasyon sistemini çözmeye çalışıyordu.
Kısmen insan beynine benzeyen, güvercin beyni üzerinde yaptığı ameliyatlarla diploma tezini verdi. Üniversiteyi 1980’de pekiyi dereceyle bitirdi ve hemen yardımcı araştırmacı kadrosuyla işe alınıp doktoraya başladı.
Almanya’nın en genç profesörü
Elektrofizyoloji, nöroanatomi, lateralizasyon alanlarında denemeler yapıyordu.
1982’de Monika ile evlendi. 1983’te oğulları Pascal doğdu. O yıl Bochum Üniversitesi Üstün Araştırmalar Ödülü’nü aldı. Henüz 24 yaşındaydı.
1984’te doktorasını bitirdi. Burs alıp Amerika’ya gitti. Dönüşte Almanya’da doçentlik tezini verdi ve 1992’de Alman Araştırma Fonu’nun 1 milyon marklık bilim ödülünü kazandı. Bu ödülle 35 yaşında, Bochum Ruhr Üniversitesi’nde profesörlüğe atandı. “Almanya’nın en genç profesörü”ydü artık...
Hala aynı amacın peşindeydi:
“İnsan beyninin sırlarını çözmek, düşüncenin beyinde nasıl oluştuğunun mekanistik açıklamasını yapmak...”
250 güvercin üzerindeki yoğun çalışmaları sonucu, güvercinlerdeki beyin asimetrisinin oluşum sürecini ve mekanizmalarını keşfetmişti.
Bu çalışmalarıyla 1995’te Almanya’nın en saygın bilim ödüllerinden Krupp Bilim Ödülü’nü kazandı. 1997’de ordinaryüs profesör oldu.
Daha ötesi yoktu.
Çocukluğundan itibaren çalışma disiplininden ödün vermeyen Ordinaryüs Profesör Onur Güntürkün yurtiçi ve yurtdışında çok sayıda ödül aldı.
Nobel’e bir adım: Leibniz Bilim Ödülü

Antik Kentler: Aspendos


Köprüçay (Eurymedon) nehrinin yanında kurulmuş olan Aspendos, muhteşem antik anfi-tiyatrosuyla dünyaca tanınmaktadır.
Yunan efsanesine göre, şehir Truva Savaşı’ndan sonra Pamphylia’ya gelen kahraman Mopsos liderliğindeki Argive kolonicileri tarafından kurulmuştur. Aspendos bölgede kendi adına madeni para bastıran ilk şehirlerden biridir. Tarihi M.Ö. beşinci ve dördüncü yüzyıla uzanan bu gümüş sikkelerde şehrin adı yerel yazı ile Estwediiys olarak geçer. 1947’de yapılan Adana yakınındaki Karatepe kazılarında bulunan M.S. sekizinci yüzyılın sonlarına ait hem Hitit hiyeroglifi hem de Finike alfabesi ile kazılmış olan iki dildeki yazıt, Danunum (Adana) Kralı Asitawada’nın kendi isminden türetilmiş Azitawadda adında bir şehir kurduğunu ve kendisinin Muksas ya da Mopsus hanedanı üyesi olduğunu belirtir. “Estwediiys” ve “azitawaddi” isimleri arasındaki bu şaşırtıcı benzerlik Aspendos şehrinin Asitawada’nın kurduğu şehir olabileceğine işaret eder.
Aspendos eski çağlarda politik bir güç olarak önemli rol oynamamıştır. Aspendos’un kolonileşme dönemindeki siyasi tarihi Pamphylia bölgesindeki akımlarla uyum sağlar. Bu eğilim ile Aspendos, kolonileşme döneminden sonra bir süre Likya egemenliği altında kalmıştır. Şehir, M.Ö. 546’da Pers hâkimiyeti altına girmiştir. Aspendos’un bu dönemde de kendi adında parasını basmaya devam etmiş olması, şehrin Pers egemenliği altında bile oldukça özgür olduğunu gösterir.
M.Ö. 467’de devlet adamı ve askeri komutan Cimon ve onun 200 gemiden oluşan filosu, ani bir saldırıyla Eurymedon (Köprüçay) Nehri’nin ağzında konuşlanan Pers donanmasını yok etmiştir. Cimon, Pers kara kuvvetlerini ezmek için, en iyi savaşçılarını daha önce ele geçirdiği tutsakların giysilerini giydirip kıyıya göndererek Persleri kandırdı. Persler bu adamları gördüklerinde onların düşman tarafından serbest bırakılan yurttaşlar olduğunu düşündüler ve kutlama şenlikleri düzenlediler. Bundan yararlanan Cimon, karaya çıkartma yaptı ve Persleri yok etti. Bundan sonra Aspendos, Attika-Delos Deniz Birliği’nin üyesi oldu.

ABD'de 2012 yılı Üniversiteli Genç Mücidi seçilen bir Türk


ABD'de düzenlenen Üniversiteli Mucitler Yarışması'nı kazanan doktora öğrencisi İnanç Ortaç, kanser tedavisine yönelik keşfiyle bilim dünyasında heyecan yaratırken, başta ailesi olmak üzere Türkiye'nin de gurur kaynağı oldu. Yarışma, ABD Başkanı Barak Obama'nın da büyük önem verdiği bilim ve teknoloji programı çerçevesinde düzenlenmişti.
Çalışmalarını California Üniversitesi bünyesindeki Moores Kanser Merkezi'nde gerçekleştiren 31 yaşındaki Ortaç; ABD Ticaret Bakanlığı'na bağlı Patent ve Marka Ofisi, küresel sağlık şirketi Abbott'un kurduğu sivil toplum kuruluşu Abbott Fund ve Kansas merkezli Ewing Marion Kauffman Vakfı tarafından finanse edilen yarışmada, doktora öğrencileri kategorisinde yarışan yüzlerce rakibini geride bırakmaya başardı.
Fiber optiğin mucidi Donald Keck, balon kateterin mucidi Thomas Fogarty, kalp pilinin mucitlerinden Alois Langer ve mikroişlemcinin mucitlerinden Marcian E. Hoff'un da aralarında bulunduğu jüri üyelerinin birinciliğe layık gördüğü Ortaç, icadı için yaklaşık beş yıl harcadı.
Ortaç'ın "Kanser Terapisi için Nano-Wiffle-Topları" ismini verdiği çalışması, adını beyzbol benzeri bir spor dalı olan "Wiffleball"'dan alıyor. Söz konusu tedavi yönteminde; camın ana maddesi olan silikadan yapılan, "Wiffle" topunun milyonda biri büyüklüğündeki yuvarlak bir kafesin içine yerleştirilen enzimler, bağışıklık sistemine takılmadan kanser hücrelerine ulaştırılıyor.
Kemoterapinin Yan Etkilerini Ortadan Kaldırıyor
Genç mucit, keşfettiği yöntemin işleyişini şöyle özetledi:
"Farklı organizmalardan edindiğimiz enzimleri bir nano-kafesin içine koyuyoruz. Bu nano-kafesin boyutları insan saç telinin yaklaşık binde biri. Bu enzimler bakteri gibi organizmalarda belirli görevler için üretildiği için normalde bağışıklık sistemi tarafından tespit edilip vücuttan atılıyorlar, hedef dokuya bile ulaşamıyorlar. Ama bizim nano-kafesler sayesinde bağışıklık sistemine görünmez oluyorlar ve böylece, önce bu enzim dolu nano-kafesleri hedef dokuya (tümör veya metastatiklezyonlar) ulaştırıyoruz. Daha sonra aktif olmayan dolayısıyla toksik olamayan ilacı dolaşım sistemine veriyoruz. Aktif olmayan ilaç her yere ulaşmasına rağmen bir etkinlik göstermiyor dolayısıyla yan etki oluşturmuyor. Ama kanserli dokuya (tümöre) ulaştığında, oraya bizim daha önce gönderdiğimiz nano-kafesler içindeki enzimler tarafından aktif hale getiriliyor. Böylece ilacın toksititesinden sadece kanserli hücreler etkilenmiş oluyor."
Klinik Denemeler Birkaç Yıl İçinde
Şu an kanser tedavisi için uygulanan kemoterapideki en önemli sorunun, ilaçların kanserli dokunun yanında sağlıklı dokuları da etkilemesi olduğunu belirten Ortaç, “Bu sağlığı tehdit edici yan etkilere neden oluyor ve dolayısıyla ilaçların düşük dozlarda kullanılıp etkinliklerinin kısıtlı olmasına yol açıyor. Benim geliştirdiğim teknoloji ise ilaçların sadece kanserli hücreleri etkilemesini sağlıyor, böylece yan etkiler yok ediliyor” dedi.
Kurmuş olduğu DevaCell şirketinin çatısı altında bu teknolojiyi geliştirmeye devam ettiklerini ifade eden Ortaç, “Şu an klinik öncesi araştırma aşamasındayız ve ilk uygulama alanları olarak kolon kanseri, pankreas kanseri, akut lenfoblastik lösemi ve metastatik göğüs kanseri üzerinde çalışıyoruz. Önümüzdeki birkaç yıl içinde klinik denemelere başlamayı planlıyoruz” diye konuştu.
Üzerinde çalışmakta oldukları tedavi yönteminin, kanser dışında daha birçok hastalığa da uygulanabileceğini söyledi.
Tez danışmanının California Üniversitesi'nden Prof. Sadık Esener olduğunu belirten Ortaç, projesini büyük ölçüde Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü ve Ulusal Sağlık Enstitüsü tarafından sağlanan bütçeyle gerçekleştirdiğini sözlerine ekledi.
Obama'nın Gözü Üzerinde
Ortaç, Washington'daki ödül töreninin ardından Beyaz Saray'da ABD Başkanı Obama'nın teknoloji ve bilim konularındaki üst düzey danışmanı John Holdren ile bir araya geldi.
Görüşmeye Obama'nın 2009'da yarattığı "Baş Teknoloji Sorumlusu" pozisyonuna geçtiğimiz Mart ayında atadığı Todd Park da katıldı.
Holdren görüşmede, kanser tedavisindeki yan etkilerin azaltılmasının Obama'nın bilim politikasındaki en önemli önceliklerden biri olduğunu belirtti.
Ortaç'ı kanserle mücadele konusunda böyle yenilikçi bir çözüm geliştirdiği için tebrik eden Holdren, başarılı Türk bilim adamının bundan sonraki çalışmalarını da yakından takip edeceğini ve gelişmelerden Obama'ya bizzat bahsedeceğini soyledi.
"Onunla Gurur Duyuyoruz"
Ailesi Sakarya'da yaşayan İnanç Ortaç'ın babası Kadri Ortaç inşaat mühendisi, annesi Aslıhan Ortaç ise ekonomist.
Baba Kadri Ortaç, yaşadıkları mutluluğu şu sözlerle ifade etti:
"ABD'de bu kadar önemli bir yarışmanın birincisi olarak hem bizi hem de Türkiye'yi gururlandırdı. Kanser gibi çağın hastalığı konusunda çözüm arayan bir çocuğumuz olduğu için de ayrıca gururlanıyoruz."

Fakirlikten Fabrikatörlüğe Uzanan Yol


İzmit’in ‘fakir çocuğu’ydu, Hayrabolu’da Türkiye’nin Islak Mendil kralı oldu, şimdi şirketini 56.3 milyon liraya Eczacıbaşı’na sattı.
Türkiye’nin ıslak mendil kralı olarak ünlenen Ataman İlaç Kozmetik Kimya Sanayi Ticaret Limited Şirketi’nin sahibi Ataman Özbay, Türkiye ve Doğu Avrupa’nın en büyüğü olan Beylikdüzü’ndeki üretim tesisi ile birlikte markalarını ve şirketini Eczacıbaşı Grubu’na sattı. Satışla Uni, Unibaby, Wogi, Woc, Comfort, Premax, Unimed, Mentholix, Şelale, Lemonni ve Türkiye pazarının lideri durumundaki Uni Wipes markaları, Eczacıbaşı’na geçti.
Özbay, “Sattım, çünkü top penaltı noktasındaydı ve vurduğumda gol olacaktı. Gönlüm rahat, bir yabancı gruba da satmamış oldum. Ayrıca iş hayatımda pes etmiş değilim. Bir icadım var ve onu hayata geçireceğim” dedi. Ataman Özbay, yeni icadının detaylarını vermedi ama özellikle Alışveriş Merkezleri’nde halk sağlığı açısından çok kritik bir konu olan ‘hijyen problemini’ çok ucuza ve çok pratik şekilde çözecek bir ürün olduğunu söyledi.
Kitap Yazacağım
Eşi Simten Hanım’ın vefatından sonra kendini hayır işlerine verdiğini, yakında bir de kitap yazacağını söyleyen Ataman Özbay, “Bir süredir, üniversiteler, hapishanelere kadar gidip konferanslar veriyorum. İnsanımıza başarı motivasyonu aşılamak için kendi yaşadıklarımı anlatıyorum. Yakında hayatımı bir kitap haline getireceğim” dedi.
İki Çocuğum Kavga Etmesin
Şirketini satmasının bir nedenini de “İki çocuğum var. Allah korusun ikisinin miras mal mülk kavgası yaşamasını istemedim. Şirketimiz tam değerini buldu sattım. Bu tabii ki artık işi gücü bırakıyoruz anlamına gelmez” diye konuştu.
İzmit’in Fakir Çocuğu

40 Yılda Bitirilen Çeviri


Ahmet Cemal; Almancanın en iyi çevirmenlerinden. Türkçeye Almancadan kazandırdığı yapıtlar, saymakla bitmez: Hamsun'dan Açlık'ı mı sayalım, Bachmann'dan Malina'yı mı, Kafka'dan Dönüşüm'ü mü, Musil'den Niteliksiz Adam'ı mı? Ama onun tam 40 yıldır üzerinde çalıştığı bir roman vardı ki, işte o roman geçtiğimiz günlerde tamamlandı ve İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. 20. yüzyılın en büyük romancılarından Hermann Broch'un kaleme aldığı Vergilius'un Ölümü adlı romandan bahsediyoruz. Cemal'in 1972'de çevirmeye başladığı roman, yazarının başka dillere çok zor çevrilmesiyle biliniyor. Ömrünün 40 yılını adadığı eser bir yana, yıllar önce Cumhuriyet'teki köşesinde 'ölümle kurduğu yakınlık'tan bahsettiği yazısı da hâlâ belleklerimizde. Bir arkadaşından borç isterken, ondan sadece nasihat almış ve bir anlığına dahi olsa hayattan çekip gitmeyi düşünmüş, ve bunu da cesurca ifade etmişti. Yıllarca parasızlık çekmiş olsa da ömrünü edebiyata adayan bu adam, aynı zamanda İttihat Terakki'nin üç paşasından biri olan Cemal Paşa'nın torunlarından, paşanın büyük oğlu Necdet'in oğlu. Cemal Paşa'nın Tiflis'te bir suikaste kurban gitmesinden sonra parmağından kesilerek çıkarılan yüzüğü taşıyor. Dedesinin vasiyeti gereği kendisiyle aynı ismi taşıyan torununun parmağında olan yüzük, bu söyleşinin sadece bir objesi ama romanın önsözüne yazdığı aile hikayesi nedeniyle onunla paşa torunu olmayı da konuştuk. Her ne kadar 'cehennemden farksız,' diye nitelediği çocukluk günlerine geri dönmek zorunda kalsak da, onu cehenneminden çıkaran Antikçağ şairi Vergilius'la kurduğu yakınlığa bir ömür adaması tadına doyulmaz bir sohbete vesile oldu. Tabii mevzu çeviri olunca, çeviri dünyasından edebiyat alemine, oradan Türkçenin sorunlarına kadar uzanmamak olmazdı. Ahmet Cemal; 40 yıl sonra nihayet bittiğinde, bitti diye üzüldüğü en büyük çevirisinin öyküsünü Pazar SABAH'a anlattı.
Hayatımın Anlamıydı
- Normalde biz gazeteciler yeni bir kitap çıktığında kitap söyleşileri yaparız. Ama istisna bir örnek olarak bir çeviri röportajı yapacağız sizinle. 40 yılda bir kitap çevirdiniz. Bu kitap 40 yılınıza ne kattı?
- Ben çok küçük yaşta okuma yazma öğrendim. Aile hayatımdaki koşullar nedeniyle hayattan çok korkardım. Her şeyin aslından çok korktuğum için çevirisini yapmaya başladım. Zaten çok sonra yazdığım bir kitabın adını Hayattan Çevirdiklerim koydum. Bir de, dille oynamayı sevmek gibi bir özelliğim var. Lise son sınıftan itibaren hem çalıştım hem okudum. Zorunlu işler yaptım. Çevirmenlik hayatım edebiyatla değil, noter bürolarında başladı. O yıllarda hayatımda para karşılığı olmayan, kendi kurguladığım bir dünyam da olsun diye düşünmüştüm. Bu romanla o yıllarda Avusturya Kültür Ateşeliği'nde karşılaştım. Orada yarım günlük bir işe girmiştim. Romanı bir haftada okudum ve 'Benim hayatımın anlamı bu olacak,' dedim. Başka kitaplar da çevirmeye başladıktan sonra, ancak bu romanı bitirirsem kendime çevirmen diyeceğimi düşündüm. Bu kitap, 40 yılıma anlamlı bir şey için yaşadığım duygusunu kattı. Zamanla olmaya başladığını hissettiğimde bu daha çok arttı. Ve yazarın ağzından konuşmaya başladığımı gördüm. Bir edebiyat çevirisi yaptığınızda, yazarla konuşamazsanız yapmamalısınız. Bu yüzden geri çevirdiğim çeviriler vardır.
- Bu 40 yılda pek çok önemli çeviriye de imza attınız. Nasıl başardınız bunu?
- Bununla eş zamanlı olarak son 10 yılda Niteliksiz Adam'ı çevirdim mesela. Ama ben daima iki çeviri üzerinde çalışırım, çünkü birinde olan yorgunluğumu öbürü giderir. Niteliksiz Adam, aynı dönemde, ama farklı bir üslupla yazılmış bir kitap. Çeviriyi bitirdiğimde kitabımı okuması için başkalarına vermişim duygusuna kapıldı. Bir sevgiyi paylaşmak gibi.
Broch Gibi Konuşabilirim
- Nasıl bir adam Broch?

Saygıyla Anıyoruz



Bugün 10 Kasım. Bugün Atamızın aramızdan ayrıldığı, sonsuzluğa karıştığı gün. 1881'de Selanik'te başlayan hayat yolculuğu 1938 yılında İstanbul Dolmabahçe Sarayında noktalandı. 
57 Yıllık yaşamı savaşlarla, mücadelelerle ve bir devletin kurulması ile geçti. 57 yıllık yaşamında tarihin akışını değiştirdi. Milletinin yeniden ayakları üstüne doğrulup,tüm dünyaya bağımsızlığını kabul ettirmesini sağladı. Bugün 100.yıllarına doğru büyüyerek ve gelişerek yürüyen Cumhuriyetimiz, gurur duyulacak başarılara imza attı. Bu güçlü ve kudretli Ülkemizin temellerini atan Ata'mızı saygı ile anıyoruz.

Monet'i Görmek: Bir Gençlik Rüyası


Dün, Osmaniye'de, Abdurrahman Keskiner Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi resim bölümü öğrencilerinin Fransız Ressam Claude Monet'in İstanbul'daki sergisine gidebilmek için, yol masraflarını karşılamak amacıyla açtıkları sergi haberini yayınladık. Haberin ardından Hürriyet Dünyası’ndan Şermin Terzi, bu azimli gençlere ulaştı ve hikayelerini dinledi. İşte bir şehit kızı olan Gizem Tıraş’ın önderliğindeki çalışmanın ortaya çıkış hikayesi.
Sıradan insanların, sıra dışı hikâyelerin hayata direniş manifestosuna dönüştüğü bir ülke burası. Tam hamasi söylemlerle ruh katran karasına döndü derken, işte böyle gençlerin hikâyesiyle inanç tazeleyen bir ülke. 
Kim mi o gençler?  Osmaniye Abdurrahman Keskiner Güzel Sanatlar Lisesi 12-R sınıfının 17 yaşındaki 29 öğrencisi. Sanat galerisi bile olmayan bir şehirde, sanat okumayı tercih edip, devrimin âlâsını yapan devrimci gençler.
Hikâyeleri, resimlerine hayran oldukları Fransız ressam Claude Monet'nin İstanbul Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki sergisine gitmek istemeleriyle başladı. Ama yolu karşılayacak paraları bile yoktu. "Yardım istesek" dediler. Genç resim öğretmenleri Hakan Çebi, "Yardım istemek bize yakışmaz. Resim yapın, sergi açalım satılırsa emeğimizle gidelim” diye karşı çıktı.
Başı kim çekti biliyor musunuz? Babası o daha doğmadan 16 gün önce şehit olan ama hayata sanat aşkıyla tutunan Gizem Tıraş.
“Dalı Ve Van Gogh’a Gidemedik”
Gizem diyor ki, “Salvador Dali geldi gidemedik, Van Gogh sergisi geldi yine gidemedik. Bu bizi derinden üzdü. Monet sergisinin geldiğini duyunca, ne yapıp edip buna gideceğiz diye inat ettik.” 
Gizem, sınıftaki bütün arkadaşlarını organize etti. Sabah 3’lere kadar arkadaşlarıyla kimi kara kalem, kimi sulu boya, kimi akrilik 100’e yakın resim yaptılar. Resimleri yaptılar yapmasına ama sergileyecekleri bir salon bile yoktu. Resim öğretmenleri şehirdeki Osmaniye Park 328 alışveriş merkezinin kapısını çaldı ve yer konusunda yardım istedi.
Ve o gençler, tam da Atatürk’ün gençlerine yakışır bir şekilde, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda sergilerini yetiştirdi. Osmaniye Valisi Celalettin Cerrah, tesadüfen oradan geçerken bir Atatürk portresi satın aldı.
Şu ana kadar sadece 200 lira kazanabildiler. Sadece seyahat masrafları bile 4 bin lira tutuyor. Gizem, “Osmaniye gibi bir yerde resim satamayacağımızı biliyoruz ama başka çaremiz yok. Ama ümit etmek istiyoruz” diyerek pes etmeyeceklerini ısrarla söylüyor. 
Zaten bu yüzden, kimi arkadaşları okula devam ederken, kimi resimlerin başında dönüşümlü nöbet tutuyor.
Bu haberi ilk yayınladığımızda, “Çanakkale Şehitliği’ne gitmişler mi ki, Monet sergisine gitmek istiyorlar” diye eleştirenler… Size cevabı yine şehit kızı Gizem versin: “Türkiye’de her gün terör olayları oluyor. Ben terör yüzünden babamın yüzünü bile görmedim. Terör olmasa başka sorunlar hep var. Okulum bir kireç fabrikası yanında. Onun yüzünden iki arkadaşımızdan biri astım hastası neredeyse. Ama biz hayatı ve renkleri seviyoruz. Monet gibi ressamlar da bize hayatın renklerini ve güzelliğini en iyi hissettiren sanatçılar. Biz o yüzden ne sanattan, ne de hayattan hiç vazgeçmeyeceğiz!”
Monet, hayatının son dönemlerinde katarakt nedeniyle o nefis renkleri artık göremez olmuştu. Ama yıllar sonra bambaşka bir coğrafyada, bambaşka gözler, gönüller onun da ruhunu yad ederek hayata ve renklere işte böyle asılıyor. Siz de bu gençlerin hayatına bir renk katmak isterseniz, resim öğretmenleri Hakan Cebi’ye mail atın: hakancebi78@gmail.com

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Kutlaması


29 Ekim 2012 Türkiye Cumhuriyeti'nin 89.yılı kutlanıyor. Ülkemiz 89 yıldır güçlenerek ve gelişerek varlığını sürdürüyor. Bu güç ve gelişme bir arada yaşam kültüründen, bir birini anlamadan ve birbirine güvenden gelir. Ülkemiz güzeli, iyiyi hak etmektedir. Bunu sağlamak tüm yönetici ve idarecilerinin en öncelikli görevidir. Ülkemizin güzel insanı bu beklentiler ile bu yetkilerini sunmaktadır yöneticilerimize... Güzellik ve iyilik dileklerimizle Cumhuriyetimizin 89. yaşını kutlar, nice daha güzel ve güçlü yıllara dileklerimizi sunarız...
iyiturks

Galatasaray 4. kez dünya şampiyonu

Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı, Japonya'da düzenlenen Kıtalararası Kupa final maçında ev sahibi ekip Miyagi Max'ı 67-48 yenerek, üst üste ikinci, toplamda dördüncü kez şampiyon oldu.
Galatasaray Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımı, Japonya'da düzenlenen Kıtalararası Kupa'nın final maçında ev sahibi ekip Miyagi Max'ı 67-48 yenerek, şampiyon oldu.
“Engelsiz Aslanlar”, Kitakyushu kentinde bu yıl 10. kez düzenlenen Kıtalararası Kupa final maçında ev sahibi ülkeden Miyagi Max ile karşılaştı. Mücadeleden 67-48'lik skorla üstün ayrılan “Engelsiz Aslanlar”, üst üste ikinci, toplamda ise dördüncü kez Kıtalararası Kupa'da şampiyon olma başarısı gösterdi.
Karşılaşmaya Piotr Luszynski, Sofyane Mehiaoui, İsmail Ar, Fikri Gündoğdu ve Mateusz Filipski 5'iyle başlayan Galatasaray, ilk çeyreği 19-15 önde kapadı.
Japonya temsilcisi, devrenin sonuna 7.07 dakika kala 22-21'lik skorla maçta ilk kez öne geçmeyi başardı. Karşılıklı basketlerle geçen ikinci periyot sonunda, skorda 32-32 eşitlik oluştu.
Üçüncü çeyrekte daha iyi oynayan sarı-kırmızılı ekip, son periyoda 49-44 önde girdi.
Dördüncü çeyreğin başında Miyagi Max, oyuna tekrar ortak olabilmek için hamleler yaptı. Ancak üçüncü çeyrekte kazandığı avantajı koruyan Galatasaray, İsmail Ar'ın basketiyle skoru 57-46'ya getirerek, farkı ilk kez çift hanelere çıkarmayı başardı. Son bölümde üstünlüğünü rakibine iyice kabul ettiren Galatasaray, Özgür Gürbulak'ın 3 sayılık atışının ardından skoru 62-48'e taşıdı. “Engelsiz Aslanlar”, son çeyrekteki 18-4'lük bariz üstünlüğüyle sahadan 67-48'lik skorla galip ayrılarak, üst üste ikinci, toplamda dördüncü kez şampiyon oldu.
Galatasaray, daha önce de 2008, 2009 ve 2011 yıllarında bu kupayı Türkiye'ye getirmeyi başarmıştı.
Toplamda 4 kez şampiyon olan “Engelsiz Aslanlar”, 2003'ten beri düzenlenen Kıtalararası Kupa'yı en çok kazanan takım unvanını korudu. “Engelsiz Aslanlar”, geçen yıl da final maçında yine ev sahibi Miyagi Max'ı 68-51 mağlup ederek zafere ulaşmıştı.

1. Çeyrek: 19-15
2. Çeyrek: 13-17 (32-32)
3. Çeyrek: 17-12 (49-44)
4. Çeyrek: 18-4 (67-48)

Bu Koşu...

Bu koşu; hayatın tüm anlamını içinde barındıran, karşı duruş sergileyen, haykıran, yeter artık diyen, geleceğe sımsıkı tutunan, bize doğru yapılan bir koşudur.
Doğudan batıya, karanlıktan ışığa, ıraktan yakına, yokluktan varlığa, çaresizlikten çareye, nefretten sevgiye, dışlanmaktan sahiplenmeye, sessizlikten haykırışa, umutsuzluktan umuda, düşmanlıktan kardeşliğe yapılan bir koşu bu.
Bu koşu, kollarımızı ardına kadar açıp kalbimizin en derin yerlerinden gelen, sevgi ve muhabbet ile karşılayacağımız kardeşlerimizin koşusu.
İnşallah ülkemizde doğu ile batının bu sevgi ve muhabbetle kucaklaşacağı ve kardeşliğimizin derin köklerinin tazeleneceği genel bir koşuya dönüşür. Hep beraber aydınlığa doğru medeniyet koşumuzu yapabiliriz.
İnşallah gözlerimizdeki yaş, kalbimizdeki sızı üzüntülerden değil sevinçlerden olur.
iyiturks

Yunus Emre: Hoşgörü Çınarı


Türk halk şairlerinin tartışmasız öncüsü olan ve Türk’ün İslam’a bakışını Türk dilinin tüm sadelik ve güzelliğiyle ortaya koyan Yunus Emre, sevgiyi felsefe haline getirmiş örnek bir insandır. Yaklaşık 700 yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, türkü ve ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali dilden dile dolaşmış mısralarıyla Yunus Emre, Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar sağlamış bir gönül adamıdır. Bazı kaynaklarda Anadolu’ya gelen Türk boylarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilirse de bu kesin değildir; tıpkı 1320 dolaylarında Eskişehir’de öldüğü yolundaki rivayetlerde olduğu gibi. Batı Anadolu’nun birkaç yöresinde “Yunus Emre” adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden “makam” adı verilen yer vardır.
“Bir garip öldü diyeler Üç gün sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin” diyen Yunus, belki de doğduğu ve yaşadığı topraklardan çok uzaklarda bu dünyadan göçüp gittiğini anlatmak istemektedir. Türkiye’nin pek çok yerinde Yunus Emre’nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır. 

Zirvedeki Türk: Tunç Fındık

8 bin metrenin üzerindeki 7 zirveye tırmanmayı başarmış tek Türk dağcı olan Tunç Fındık ile dağcılıkta bir dünya rekoru olan 14x8000 hedefini sorduk.
14x8000 nedir?
Yeryüzünde 8 bin metreyi aşan 14 tane dağ var. Çin, Nepal ve Pakistan üçgenindeki bu dağların yükseklikleri, 8 bin 30 ile 8 bin 850 metre arasında değişiyor. Bu zirvelerin hepsine ulaşmak bir tür dağcılık olimpiyatını tamamlamak anlamına geliyor. Dünyada bu seriyi tamamlayabilen sadece 30 kadar insan var. Ben de yolun yarısına geldim. Bunu başaran ilk Türk olmak istiyorum.
En son K2’yi aştınız? Söylendiği gibi en zoru muydu?
Evet, K2 zor bir çıkış oldu. Diyebilirim ki, Makalu ve Kanchenjunga dağlarıyla beraber çıktığım en zor 8 binliklerden oldu. K2, Everest ile mukayese edilemeyecek kadar zor bir dağ. Hava ve tırmanış koşulları istikrarsız, çığ riskleri yüksek. 5 bin 200 metreden zirveye yani, 8 bin 611 metreye dek neredeyse 4 kilometre yükseklikte dik bir buz ve kaya tırmanışı yapılıyor. K2 benim sekizinci 8 bin metre üzeri dağım oldu. 2009’daki  ilk tırmanış denememde hava ve ekip sorunları nedeniyle zirveye ulaşamamıştım. Tabii, K2’ye acemi bir dağcı olarak gitmedim. K2’nin bizim tırmandığımız güney sırtı olan Abruzzi rotasından 2008 yılından beri zirve yapılamıyordu ve 2008 çıkışında da 11 kişi yaşamını yitirmişti. Biz, 31 Temmuz günü 22 kişi değişik saatlerde zirveye ulaştık ve sağ salim geri indik. Aynı gün bu kadar kişinin zirveye çıkması K2 tarihinde bir ilk oldu.
Sırada ne var?
Bahar 2013’de Tibet’teki 8 bin 13 metrelik Shishapangma ve sonbaharda ise Nepal’deki 8 bin 163 metrelik Manaslu Zirvesi var. Yazın ise Güney Amerika’da, Peru’nun 6 bin metrelik dağlarında teknik buz ve kayada tırmanış planım var.
14. zirveye ne zaman ulaşacaksınız?
Tabi bu sponsora ve desteğe bağlı bir şey. Çünkü 14x8000 her şeyden önce maliyetli bir maraton. 8 bin metreyi aşan ilk zirveye 2001 yılında ulaştım. Ancak 14’lük seriye, 2006’daki üçüncü 8 binlik zirvemden sonra başlamaya karar verdim ve altı yılda sekiz zirve geride kaldı. Kalan altı zirveye ulaşmak için sanıyorum dört-beş senelik bir süre var önümde. Yılda iki ya da üçten fazla 8 binlik dağa tırmanamıyorsunuz. Çünkü bu tür bir dağda zirve yapmak en iyi ihtimalle iki ay sürüyor. Ayrıca mevsim şartları da çok önemli. Mesela Nepal Himalayaları’ndaki 8 binlik dağlara tırmanmak için bahar aylarını beklemeniz gerekiyor. Pakistan’da ise sadece yaz döneminde tırmanış yapabiliyorsunuz. 
Türkiye’de sizi heyecanlandıran dağları sorsak?

Aşkın Dili

Aşk kelimelerle anlatılamayacak, anlam kazanamayacak bir soyutluğa sahiptir. Bunun içindir ki yüzyıllardır hakkında yazılmayan da, yazmayan da kalmadı, ancak hiç biri kendi başına aşkı kavrayacak boyuta ulaşamadı. Âşıkların kendilerini ifade etme arzuları ve çabaları, günümüze kadar pek çok muhteşem sanat eserinin ortaya çıkmasına ve pek çok etkileyici yaşam hikâyesine neden oldu. Masallar, oyunlar, danslar, romanlar, şiirler, şarkılar ve aklımıza gelebilecek her türlü ifade biçimi aşkı atlatmaya çabaladı.
Aşk bazen bir bakışla, bazen binlerce satırla, bazense sonsuz bir sessizlikle konuşur. Bir kıymet, bir güç ya da bir çare bulmaya çalışır. Aşk en değerli hali ile sevilene ulaşmanın yolunu arar. Bazen başarılır bazense bu uğurda helak olup kaybolunur.
Aşkın dili şiir derken kastımız, şiirin aşk gibi sonsuzlukta sessizliğin harfleri ile konuştuğunu, geniş anlamları sihirli bir şekilde birkaç kelime ile sunabildiğidir. Aşk ve şiir aynı sihre sahiptirler. Aynı şeyler ile farklı ruhların derinliklerine çok güçlü bir şekilde hükmedebilirler. Bu sihir akıl dünyası ile anlaşılamayacak bir yapıdadır.
İşte bu nedenledir ki şiirin büyüsüne kadınlar, aşkın büyüsüne erkekler kapılır. Aşk sihirli bir andır, şiir bu anları anlatır. Kadın sihri yayan, erkekse bu sihre kapılandır. Kadınlar anlayan, erkekler anlatan taraftadır. Kadınlar aşk olunan erkekler aşktan yanan taraftadır. Çünkü ruhun karmaşık ve soyut dili kadınların, aklın yalın ve anlaşılır dili erkeklerin ana dilidir. Kadınlar anladıklarını anlatamama, erkeklerse anlattıklarını anlamama durumundadırlar.
Şiir aşkın dilidir; Erkekler tarafından yazılıp, kadınlar tarafından okunan... 

iyiturks

Fukara


Fukaralık yoklukla anlam bulsa da öyle zamanlar olur ki paha biçilemez varlığa da dönüşebilir. Her şey gibi, günümüz hızlı ve yok edici dünyasında Fukaralıkta anlamını ve değerini yitirmiştir. Fukaralık mal mülk yokluğu yanında tümü ile ümit, yaşamın anlamı, insanı değerlerin yokluğu anlamına bürünmüştür. Halbuki zamanla Fukaralık gururun, erdemin, dürüstlüğün ve çalışkanlığın arttığı pozitif etkileri olan bir motivasyon nedeni idi. Şimdi ise başarısızlığın, umutsuzluğun, sıradanlaşmanın, tembelliğin ve yardıma muhtaçlığın artmasına vesile bir nedene dönüşmüştür.
Eskiden insanlar fukaralıktan kurtulmak için en başarılı öğrenen, çalışan ve üreten olmaya çalışırlardı. Yardım ve destekleri gururlarına leke sürmeden ve bir gün karşılığını hakkı ile verme düşüncesi ile kabul ederlerdi.
Eskiden fukara ailelerin çocukları zamanla dünyanın, ülkelerinin başarılı bilim adamları, bürokratları, doktorları, sporcuları, sanatçıları, politikacıları hatta iş adamları olurlardı. Sayılan ve sayan olarak. Örnek gösterilen yaşam öyküleri olurdu. Şimdi ise ...!
Faklı bir açıdan Fukaralık özgürlüğe ve ruhani saflığa ulaşma aracı olarak kullanılırdı. İlahi aşk ile yanan gönüller, dünyevi materyallerden ve bağımlılıklardan kurtulma için istekli bir şekilde varlıklarından kurtulmaya ve çileli bir yoldan geçmeye çalışırlardı. Sonunda sonsuz bir huzura, kayıtsız bir özgürlüğü ve tanımsız bir aşka ulaşmayı hayal ederlerdi. Artık günümüzde fukaralık esarete, ruhların kirlenmesine ve gönül gözlerinin körelmesine neden olan, olumsuz bir yaşam şartı.
iyiturks

Güle güle Neşet Ertaş


O yalan dünyada bir yolcu idi, gurbet katarında, yalınız bir başına. Yüreği fokur fokur kaynayan, kaynadıkça taşan. Taşanlardan bir yol olup gönüllere varan. Ateşini tüm Anadolu’ya yayan. O böyle yanmasa, yanıp ta taşmasa nasıl da aşabilirdi Gönül dağını tek başına, nasıl da ulaşabilir da ölümsüzlük diyarına...
Neşet Ertaş büyük halk ozanı. Sesini sonsuzluğa duyurmuş, adını zamanın ölümsüzlüğüne kazımış garip bir gurbet kuşu. Anadolu gibi ezildikçe güçlenmiş, sömürüldükçe daha çok vermiş, sebat etmiş ve de sevmiş. Ateşi ile yok etmemiş, yeşertmiş; Öfkesi ile köreltmemiş, sevdirmiş; Geldiği gibi giderken, bizlere paha biçilmez bir zenginlik hediye etmiş. Güle güle büyük ozan, güle güle güzel insan.
iyiturks

Dünya Mirası Türkiye:11 Çatalhöyük Neolitik Arkeolojik Sit Alanı

Konya'nın 45 km. güneyindeki Çumra'da yer alan Çatalhöyük, Orta Anadolu'da M.Ö. 10. ve 8. bin yıllardan kalan büyüleyici bir Neolitik antik kenttir. Çatalhöyük dünyanın en eski antik kentlerinden birisidir. Çatalhöyük'teki en bilinen şehirleşme dönemi 7 ile 11. katmanlar arasında yer almaktadır. Kare duvarlarla örülü evler bitişik bir yapıya sahip olmakla beraber aralarında ortak duvar bulunmamaktadır (her evin kendine ait duvarı bulunmaktadır). Evler ayrı ayrı planlanmış ve gerek duyulduğunda bir evin yanına başka bir ev inşa edilmiştir. Evlerin bitişik duvarları nedeniyle şehirde sokak bulunmamaktadır. Arkeologlar toprak evlerin çatılarında bulunan deliklerin giriş kapıları olduğu sonucuna varmışlardır.
Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi'nde sit alanından getirilen, yeniden inşa edilmiş ünlü tapınak ev ile ana tanrıça Kibele'nin figürleri, obsidyen ve kilden objeler ve Neolitik freskler sergilenmektedir.
Çatalhöyük'teki duvar resimleri 10 ve 11. katmanlarda bulunmuştur. En güzel ve incelikle işlenmiş duvar resimleri ise 5 ve 7. tabakalara aittir. Bu resimler, mağara duvarlarına resimler yapan Paleolitik dönem insanları tarafından başlatılan geleneğin devamı niteliğindedir. Bu dönemde insanların çizdikleri bu resimlerin avlanırken kendilerine şans getirdiğine inandığı da söylenebilir. Daha sonraki çağlarda, ev dekorasyonunun kuş motifleri ve geometrik şekillerle sınırlı olduğu görülmektedir.
Dünya Miras Listesine Alınma Tarihi: 2012
Liste Sıra No: 1405


Dünya Şampiyonu Kenan Sofuoğlu

Motor sporlarında dünya çapında büyük başarılara ulaşmış olan sporcumuz Kenan Sofuoğlu 2012 yılını Dünya Süpersport şampiyonu olarak tamamladı.
Milli motosikletçi Kenan Sofuoğlu, Dünya Supersport Şampiyonası'nın 12. ayak yarışı Portekiz koşusunu ikinci sırada tamamlayarak sezonun bitmesine bir yarış kala şampiyonluğunu ilan etti. Partimao Pisti'ndeki Portekiz yarışına 7. sıradan başlayan Kenan Sofuoğlu, koşuyu ikinci sırada bitirmeyi başardı. Bu sonuçla genel klasmanda puanını 218'e taşıyan Sofuoğlu, sezonun bitmesine bir yarış kala en yakın rakibi Fransız Jules Cluzel ile aradaki puan farkını 33'te tutarak Dünya Supersport Şampiyonası'nda şampiyonluğu da garantilemiş oldu.
Sofuoğlu, Dünya Supersport Şampiyonası'nda 2007 ve 2010 sezonun ardından üçüncü şampiyonluğuna ulaştı. Kawasaki Lorenzini takımıyla yarışan Sofuoğlu, koşu sonrası takımının şampiyonluğunu işaret eden "1" numaralı forma ile altın kaplama botu giyerek, Türk bayrağıyla pistte tur attı.
Portekiz yarışını Fransız Jules Cluzel ilk sırada tamamlarken, Fransız Fabian Foret ise üçüncü sırada tamamladı. Genel klasmanda ise Sofuoğlu 218 puana ulaşırken, Jules Cluzel 185 puanla ikinci, Fabian Foret ise 160 puanla üçüncü sırada yer aldı.

Yalan Gerçeğin Utancıdır! NÜ

Yazılarımızda zaman zaman alıntılar yapmaktayız. Konu ile ilgili bir yazı bir şiir bizim için bazen bir çıkış noktası bazense konunun özü olabilecek şekilde kullanılabilmektedir.
Bu alıntılar kimi zaman bizden daha iyi bir şekilde konuyu okuyucuya sunabilmektedirler. “Yalan Gerçeğin Utancıdır” isimli denememizde, gerçeğin manipüle edilme çabaları ve bunun sonuçları üzerine fikirlerimizi aktardık. Çok geniş bir alanda fikirlerimizi toparlayıp cümlelerin gücü ile anlamlı ifadelere ve etkili söylemlere ulaşmaya çalıştık. Bunu uzun uzadıya satırlar ile anlatabilecek bir konuda kısacık cümlelerle başarmayı düşündük.
Anlatım dilinde sayfalarca süren bir düz yazı tekniğinden çok daha etkili anlatım biçimleri vardır. Bir resim, bir nota bir şiir bazen sessizlik bunu başarabilir.  
“Hepimiz büyümüyor muyuz “Kral Çıplak”masalı ile. Kral hiç giyinmiyor ki ömrü boyunca. Sadece maskeler çoğalıyor büyüdükçe. Ve utanıyor insan “Çıplak” görünce.” paragrafı ile neticelenen ilgili denememizin yeni yayınlanan “lool sevgiliye” isimli şiir kitabında yer alan “Nü” şiiri ile daha anlamlı ve daha etkili bir sonuca varabileceğimizi düşünerek paylaşmak istedik. İyi okumalar...


iyiturks


İyiturks Bilim:Aydoğan Özcan

Bilkent Elektrik Elektronik'ten 2000 yılında mezun olan Dr. Aydoğan Özcan 2005 yılında Stanford Üniversitesi Elektrik Elektronik bölümünden doktorasını almıştır. Yine Stanford'da kısa bir doktora sonrası çalışma sonrası 2006 yılında Harvard Tıp'taki Wellman Işıksal Tedavi Merkezi'nde araştırmacı öğretim üyesi pozisyonuna getirilmiştir. 2007 yılı yazında UCLA Elektrik Elektronik bölümüne Yrd. Doç. olarak katılmış Biyo- ve Nano-Fotonsal laboratuarını kurmuştur. Kendisi ve araştırma grubu aynı zamanda Kaliforniya Nanosistemler Enstitüsü (CNSI)'nün de bünyesindedir.
Dr. Özcan 14 Amerikan, 1 İngiliz ve 9 başvuru olmak üzere 24 patente sahiptir. Bu patentleri nanoskopi, geniş açılı resimleme, düz olmayan optik, fiber optik ve optik yaklaşım tomografi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Tüm patentleri ABD'nin lider savunma sanayi şirketi Northrop Grumman Corporation tarafından satın alınmıştır. Dr. Özcan'ın 70'i aşkın yayını bulunmaktadır.
Dr. Özcan Lifeboat Foundation bilimsel danışma kurulu üyesidir. SPIE Fotonik Batı Konferansının program komite üyeliği de yapmaktadır. NSF ve Harvard-MIT Innovative Technology for Medicine programları için panel üyeliği ve hakemlik yapmaktadır.
Prof. Özcan, merceksiz gözlemleme ve belirleme teknolojisi geliştirdiği için saygın bir ödül olan 2008 yılı Okawa Foundation Research Ödülüne layık görülmüştür. 2009 ONR Genç Araştırmacı Ödülü ile 2009 IEEE Fotonik Derneği (LEOS) Genç Araştırmacı Ödüllerini de almıştır. Biyofotonik, gelişmiş gözlemleme ve İnsan sağlığı için sensorlar üzerine verilen NSF Ödülünü de almıştır.
Prof. Dr. Aydoğan Özcan 'kan tahlili yapan cep telefonu' ile bilimin zirvesinde
ABD’nin California Üniversitesi’nde (UCLA) görevli 32 yaşındaki Prof. Dr. Aydoğan Özcan, kendi laboratuarında geliştirdiği kan tahlili yapan cep telefonu sayesinde ABD’nin en çok okunan dergilerinden Popular Science’ın Ekim 2012 sayısında, “tüm dünyada 2012 yılının en parlak 10 bilim adamı” arasında gösterildi.
Geçtiğimiz yıl da aynı listede yer alan genç Türk Profesör Özcan, Beyaz Saray’ın geçen yıl 94 genç bilim adamı ve mühendise verdiği ‘Başkanlık Kariyer Başlangıç Ödülü’ne layık görülmüştü. Son yıllarda sık sık ABD medyasında yer alan Özcan, kısa süre içinde ABD’nin en çok tanınan bilim adamlarından birisi oluverdi.
UCLA Elektrik Mühendisliği Bölümü’nde görev yapan Özcan’ın tıpta devrim yaratan cihazı, sıradan bir cep telefonunu hassas tahliller yapan bir mikroskoba çevirebiliyor. Maliyeti sadece 10 dolar olan cihazın kolayca cep telefonuna monte edilmesiyle, her yere taşınması mümkün olmayan pahalı aletlere ve uzun süre gerektiren kan tahlillerine gerek kalmıyor. Bunun yerine hastalıklar her yerde, kısa sürede ve ucuz yolla teşhis edilip sonuçlar bir tuşla tıbbi bir merkezdeki veri tabanına yüklenebiliyor.

'Uslu' değil, 'Us'lu olabilmek


Oldukça zor, meşakkatli fakat bir o kadar da önemli ve değerli bir süreç. Yaşamak, kısa ya da uzun süren, öyle ya da böyle oynamak zorunda olduğumuz bir oyun. Kazanmak ve kaybetmek de her oyunun doğal sonucu. Bu çağın yaşam oyununda ise artık sonucu belirleyen, doğru bilgiye ulaşma, onu etkili kullanabilme ve yönetebilme becerisinin varlığı ya da yokluğudur. Bu becerinin arkasındaki güç zekâdır. Karmaşık, çok boyutlu ve dinamik bir yapısı olduğu bilinen zekâ kavramı için, düşünme, algılama, yargılama, öğrenme, sonuç çıkarma yetenekleri denebilmektedir. Çevreye ve koşullara uyum sağlayabilme ve hatta değiştirme yetilerine de özellikle dikkati çekmek isterim. Bu durumda da en özel konumu yaratıcılığa verebiliriz.
Nedir yaratıcılık, kimdir yaratıcı insan?
Yaratıcılık, var olanın dışında bir şeyler ortaya koyabilmektir. Bilinen, alışılmış yöntemlerden çok daha farklı yöntemler kullanabilmektir. Yaratıcı insan, her şeyi olduğu gibi kabul etmeyen, yeni ve farklı bakış açıları oluşturabilen, girişimci ve özgür düşünceli insandır. Yaratıcılığın, tüm insanlarda olduğundan söz edilir fakat sonuçta herkese yaratıcı denmemektedir. Sadece yüksek IQ’lu olma durumuyla da açıklanması mümkün olmayan yaratıcılık için, aslında çok yönlü düşünebilme ve sonuç üretme becerisi kilit rol oynamaktadır. Arayışımız, zekânın ve yaratıcılığın en ön planda desteklendiği ve hedeflendiği bir eğitim sistemidir. Bu aşamada nasıl tek tip bir zeki insan modeli yoksa zekâ ve yaratıcılığı da ortaya çıkaracak tek tip bir eğitim modeli de düşünülmemelidir. Öğrenme aktif bir süreçtir. Birey, neyi, nasıl, nerede ve ne şekilde öğreneceği konusunda aktif rol oynamalıdır ki, sadece okudukları ya da öğretenin anlattıklarıyla sınırlı kalmasın. Kişi uyarıcıları kendi yaşantısıyla ilişkilendirerek öğrenmelidir. Ona bu fırsat verilmediği sürece, verilen bilgilerden yararlanma ve sonuç çıkarma olasılığı çok düşüktür. Ne yazık ki, bugün eğitim sistemimizin öğrenciden beklediği de budur. Uslu olsun. Verileni depolasın. Farklı düşünmesin, farklı ses çıkarmasın. Oysa çocuklarımızın uslu değil, “us”lu olmalarını hedeflemeliyiz. Onlara öğretmeyi değil, öğrenmeyi merkezine almış bir eğitim sistemi sunmalıyız. Onların kendi gelecekleriyle birlikte ülkenin geleceğini de kuracaklarını unutmamalıyız.
Geleceğin mimarlarına, elindekilerle yetinmeyip, dış verilerden yola çıkarak, gözlem ve deneyler yapabilmeleri konusunda olanaklar sağlamalıyız. Her seferinde başarılı sonuçlar elde edilemeyebilir, tıpkı Thomas Edison’un ampulü bulabilmek için binlerce kez denemek zorunda kalmış olması gibi. Kuşkusuz sonuncu denemenin başarısı önceki binlercenin yarattığı birikime dayalıdır.
Üzerinde çalışılan bir konuya verilen emek, gösterilen bağlılık, sabır ve sebat sonuca ulaşmada gerekli olan faktörlerdir.
Pek çoğumuz için sosyal, ekonomik ve kültürel hayatta karşılaştığımız ve uymakta zorlandığımız gelişmeler varken, çocuklarımız artık bunların içine doğuyorlar. Onların ilgilerini ve ihtiyaçlarını fark edebilmeli, deneme-yanılmalarına fırsat tanımalıyız. Ancak bu sayede hem bireysel, hem de toplumsal olarak gelişebiliriz. Bilgi çağı olarak adlandırılabildiğimiz bu dönemde, hızlı düşünüp hızla doğru tepki vermek kadar, serinkanlı olup enine boyuna irdeleyerek hareket etmek de önemli olacaktır. Her iki açıdan da ülkemizde pek çok olumlu çabanın olduğunu söyleyebiliriz.
Bilim, sanat ve teknolojide insan kaynağı oluşturmalıyız
1995 yılında çalışmalarına başlayan Türkiye Zekâ Vakfı, değişen toplumda en önemli sermayenin beyin gücü ve zekâ olduğuna inanarak; genç bir nüfusa sahip olan ülkemizdeki pek çok cevherin, bilgi üretimine katkıda bulunmasını ve bilgiyi yaratıcı biçimde kullanabilmesine zemin hazırlamayı temel hedefi olarak görmektedir.
Uluslararası rekabette üstün bir konuma gelebilmek için bilim, teknoloji ve sanat konularında gereken insan kaynağının oluşturulmasını sağlayacak bir eğitim politikasının belirlenmesine ve uygulanmasına katkı sağlamanın da önemine dikkati çeken Vakfımız etkinliklerini, projelerini bu doğrultuda geliştirmeye özen göstermektedir.
Türkiye’de TÜBİTAK araştırmalarına göre bilinen, 0-24 yaş aralığında 682 bin üstün zekalı birey bulunmakta. Bu sayının da nüfusumuzun yüzde 2’sini oluşturduğu belirtilmekte. Bu bireylerin sadece 6 bin 942’sinin bilim ve sanat merkezlerinde, düzeylerine uygun eğitim olanaklarından yararlandığı biliniyor. Peki, ya geriye kalanlar?
Bu gençlerin her birinin birer cevher olduğu ve doğru yöntemlerle işlenmeyi bekledikleri üzerinde önemle durmak isterim. Son dönemde, bu konunun hassasiyeti, TBMM bünyesine de taşındı. Üstün yetenekli çocukların ülke düzeyinde belirlenmesi ve desteklenmesine dönük çalışmalara tüm partilerin özel önem göstermeleri çok sevindiricidir. Bu amaçla kurulan araştırma komisyonunda Türkiye Zekâ Vakfı olarak biz de etkin rol alacağız. Gençlerimizin yetenekleri doğrultusunda en doğru ve onlara en uygun ortamlarda eğitim almalarını sağlayarak, öğretmenlerinin ve ailelerinin emeği, desteği ve katkılarıyla, teknolojiden de yararlanarak geleceğimizi daha da aydınlatacaklarına inanıyorum.
Unutmayalım ki, insanı diğer canlılardan, bilgisayarlardan ayıran en temel fark, düşünme yeteneğine sahip olmasıdır. Bize kendimizi ve evreni muhakeme etme ve değiştirme şansı veren bu güç en büyük hazinemizdir. Onu kullanalım, küflenmekten koruyalım. Muhakeme gücünün küflenmesi uyarısını ancak Shakespeare’in bir trajedi içerisinde bu kadar güzel dile getirdiği gibi.
Nedir insan dediğin,
Ömründen bütün biçtiği uyku ve yeme içme ise?
En fazla bir hayvan, değil daha ötesi.
Bizi böylesine özene bezene yaratan,
Bu yeti ve yaradana yaraşır muhakeme gücünü
Vermemiştir hiç kuşkusuz,
Durduğu yerde küflensin diye!

W. Shakespeare /Hamlet

İletişim kuramı ve çift ilişkileri


Geçtiğimiz haftalarda, insan ilişkilerini, psikopatolojiyi ve psikoterapiyi kişilerarası ilişkiler bağlamında ve iletişim biçimleri üzerinden inceleyen bir yaklaşım olan iletişim kuramından bahsetmiştik. Sözel ve davranışsal biçimlerle sürekli olarak ilişkilerimizi yeniden tanımladığımızdan ve bir kurallar bütününden oluşan bu ilişki tanımlarını kontrol ettiğimizden söz etmiştik. İlişkiyi kontrol çabasının olağan olduğunu, ancak bunu inkâr etmenin psikolojik belirtilere yol açabildiğini belirtmiştik. Bu hafta, iletişim kuramı perspektifinden eşler arasındaki ilişkilere odaklanacağız.
Eşler arasındaki çatışmaların sebeplerini temel olarak üç konudaki anlaşmazlıklara indirgeyebiliriz:
1. İlişkide hangi kurallara uyulacağı
2. Örtüşmeyen ihtiyaçlara bağlı olarak iki tarafın birbiriyle tutarsız kurallar getirmek istemesi
3. Kuralları kimin koyacağı.
İlişkide kuralları kimin koyacağına dair çatışmalar, çözümü en zor olanıdır çünkü bu çatışmalar çiftler arasında bir güç savaşını içerir. Bir örnekle somutlaştıralım:
Bir çift, evin düzeni konusunda sorun yaşayabilir; taraflardan biri tertipli, diğeri dağınık olabilir. Eğer, biri, diğerinden "daha derli toplu" ya da "daha rahat" davranmasını isterse, aslında daha çok kendisi gibi olmasını istemiş olur. Böylesi bir talep, birçok zaman diğer tarafta engellenmişlik, öfke ve benzeri olumsuz duygulara yol açar. Bu duyguları yaşayan kişi, talebe karşılık vermeyebilir veya uyum sağlamayı seçebilir ama bu seçimi, olumsuz duygularının artmasına, hatta belki kendisine de kızgınlık duymasına sebep olur. Anlaşılacağı üzere, burada mesele, kontrol meselesidir.
Daha önce de söz ettiğimiz gibi, ilişkiye getirilmek istenen her kural, ilişkiyi tanımlamakla ilgilidir; ilişki tarzını pekiştirmeye yahut değiştirmeye yönelik bir girişimdir. Hatırlarsanız, ilişkilerin kabaca simetrik (eşit) ve tümleyici (hiyerarşik) olarak iki tarzda düşünülebileceğini söylemiş ve iki kişi arasındaki ilişki tarzının zaman içinde değişebileceğine değinmiştik. Hayatı paylaşan kişiler için özellikle geçerli olan bir diğer husus ise, iki kişinin her alanda aynı tarz ilişki kurmayabildiğidir.
Örneğin, aynı çift, ekonomik meselelerde daha simetrik (yani iki tarafın kontrol bakımından daha eşit olduğu), evin düzeni konusunda ise daha tümleyici (yani taraflardan birinin daha çok karar alan, diğerinin ise daha çok uyum sağlayan konumda olduğu) ilişki kurabilir.
Tahmin edersiniz ki başka bir çift için bunun tam tersi söz konusu olabilir. Bazı çiftlerde belli bir alanda bir kişinin daha çok kontrolde olması bir sorun olarak deneyimlenmez, bazısında ise bu ciddi bir sorun kaynağıdır.
İletişim kuramına göre, ilişkide bir miktar esneklik gerekir. Eşler arasında her daim birinin kontrolüne dayalı ya da her daim eşitliğe dayalı bir ilişkide ısrar edildiğinde birtakım zorluklar yaşanır.
Yakın ilişkilerde bazen kişinin kendisini, diğerine "bırakabilmesi" gerekir, bazen ise her iki tarafın da sorumluluğu ve kontrolü paylaşmaları beklenir. Ancak bu esnekliği sağlamak pek kolay değildir çünkü bir ilişkide iki kişi arasındaki dinamiklerden çok daha fazlası etkendir; yetişirken kendi ailelerimizde deneyimlediğimiz ilişkilerin belirleyiciliği oldukça fazladır. Öyle ki, ailelerimizde, hangi davranışların kabul olduğuna, hangilerinin ise kabul olmadığına dair bir dolu "öğreti" ediniriz. Bunları kimi zaman sözel olarak, örneğin, "ayıp"larla, "yasak"larla, "-meli/-malı" eklerinden nasibini alan cümlelerle yahut "aferin"lerle, kimi zaman ise davranış biçimleri üzerinden, mesela, onaylayan veya onaylamayan bakışlarla, beden pozisyonlarıyla, sözel olmayan türlü yaklaşımlarla ediniriz. Sonuçta, birçok kez, birtakım kuralları içselleştirir ve ileride eşimiz (ve diğerleri) ile bu kurallara uygun bir ilişki kurarız. Mesela, ailesinde "para ile ilgili konulara kadınların karışmaması gerektiği" görüşü hakim olan bir kadın, eşiyle ekonomik bakımdan tümleyici (hiyerarşiyi kabullenen)bir ilişki kurabilir. Bununla birlikte, bazen de geçmişteki ilişkiler bizi çok mutsuz ettiğinde ve bunun farkında olduğumuzda, benzer ilişki tarzlarının bir daha kimseyle tekrarlanmaması için yoğun çaba sarf edebiliriz. Örneğin, kendisine çok müdahale edilen bir ailede yetişen ve buna bağlı sıkıntıları olan bir kişi, eşiyle herhangi bir alanda tümleyici ilişki kurmaya direnç gösterebilir. Her iki şekilde de eşlerin kendi aralarında, geçmiş deneyimlerinden bağımsız ilişki kuramamaları sıkça anlaşmazlıklara sebep olur.
Eşler arasındaki cinsel sorunlar da sıklıkla ilişkinin tanımlanması ve bu tanımın kontrolüyle ilgilidir. Dolayısıyla cinsel sorunları da ilişkisel çerçevede değerlendirmek mümkündür.
Haftaya buradan devam.
Kaynak: Haley, J. (1972). Strategies of Psychotherapy. New York, NY:
Grune Stratton. Watzlawick, P; Bavelas, J; Jackson, D. (1967). Pragmatics of Human Communication; A Study of Interactional Patterns, Pathologies and Paradoxes.