Eğitimde dönüşüm - 2

Geçtiğimiz hafta, uzun zamandır pek çok alanda kendimizi geliştirmeye çabaladığımıza, ama sağlık, hukuk ve eğitim alanlarında bir türlü ileri adım atamadığımıza değinmiştik.
Sağlık alanında son yıllarda bir hareketlenme olduğunu belirtmiş, hukuk alanı için temennilerimizi dile getirmiş ve en olumsuz durumda olanına, yani eğitim alanına odaklanmıştık. Eğitim reformuna ihtiyaç duyduğumuzu ifade etmiş, bunun için öncelikle varsayımlarımızı sorgulamamız gerektiğini söylemiş ve eğitimin ne olmaması gerektiği üzerine konuşmuştuk. Bu hafta ise araştırmalardan da faydalanarak, ne olması gerektiği üzerine konuşacağız.
Her şeyden önce vurgulamak istediğimiz bir nokta var: Eğitimde dönüşüm gereksiniminden bahsederken kastımız yalnızca bir müfredat(içerik) değişimi değil. Elbette zaman geçtikçe müfredat(içerik) geride kalıyor ve her daim yenilenmesi gerekiyor. Ancak ihtiyaç duyulan bundan çok daha fazlası. Kaliteli eğitim için müfredattan daha belirleyici olan, daha çok önem teşkil eden başka hususlar var. Öncelikle geleneksel "ders verme" yapısını değiştirmek gerekiyor. Eğitim tek yönlü değil, çok sesli olmalı. "Öğretmen verir; öğrenci almalıdır" anlayışı bizleri pek ileri götüremedi.
Alışageldiğimiz ders, ödev, test yöntemleri de öyle. Götürecek olan ise her öğrencinin kendisinden bir şeyler katmasına, kendisini tanımasına, yeteneklerini fark etmesine ve geliştirmesine, ve soru sormasına kendisini ortaya koymasına olanak tanıyan; öğrenciler ve öğretmenler arasında alışveriş gerçekleştirmesine imkan veren, öğrencileri sürece dahil eden nitelikte bir sistem.
Özetleyecek olursak; kişiye özel, öğrencinin yeteneklerine ve potansiyeline dayanan ve etkileşim odaklı.
Batı'nın da kendi eğitim sisteminden çok memnun olmadığını dile getirmiştik.
Mevcut durumu iyileştirmek amacıyla çok sayıda araştırma yapılıyor. Eğitim sistemine yönelik beklenti ve ihtiyaçlara dikkat çeken pek çok bilimsel çalışma var. Araştırma yöntemleri konusunda ABD'de akla gelen ilk isimlerden Gallup'un yaptığı çeşitli çalışmalar üzerinden giderek bildiklerimizi paylaşalım:
1. 2004 yılında yapılan araştırmaya göre, eğitim sisteminin sağlaması beklenen başlıca unsurlar; öğrencilerin "motive olmaları", "tüm potansiyellerini kullanarak kendilerini geliştirmeleri" ve "yeteneklerinin ve güçlü yönlerinin farkına varmaları".
Ancak katılımcılara ve büyük bir olasılıkla çoğumuza göre, bu unsurlar gerçekte uygulamada en az yer alanlar. Başka bir deyişle, olmasını umduğumuz ile olduğunu düşündüğümüz arasında koca bir boşluk var.
2. 2005 yılında yapılan bir araştırmada yaşları 13 ile 17 arasında değişen öğrencilerden, o dönem en çok şey öğrendikleri dersi düşünmeleri istenmiş.
Seçimleri için üç neden vermeleri istenince, öğrencilerin yüzde 53'ü öğretmene bağlı bir yanıt vermiş. Bu grubun bir yarısı öğretmeni sevdikleri, öğretmen onlara değer verdiği ve saygıyla davrandığı için, diğer yarısı ise öğretmen, öğrenmeyi zevkli kıldığı için derse kendilerini verebildiğini ifade etmiş. Yani her iki öğrenciden biri öğrenmelerini; öğretmenin kişilik özellikleri, ilişki kurma biçimi ve öğretim yöntemleri ile ilişkilendiriyor.
3. Aynı çalışmada öğrencilerin yüzde 20'si (bunun bir kısmı aynı zamanda ilk yüzde 53'lük grubun içinde de yer alıyor olabilir-) ders zorlayıcı olduğu için iyi öğrendiğini belirtmiş. Bizim de özellikle altını çizdiğimiz bir konu bu: Ders zorlayıcı olmalı, öğrenciyi kendi potansiyelini zorlamaya sevk etmeli. Ortalama öğrenciyi hedef alarak, "herkes bir miktar öğrensin" anlayışıyla değil; zor öğreneni, kolay öğreneni, A'yı öğrenip Z'yi öğrenemeyeni, kısacası her öğrenciyi tek tek ele alarak, herkesi kendi kapasitesi doğrultusunda destekleyerek bu çark dönmeli. Nitekim öğrencilerin yalnızca yüzde 9'u da o ders kolay olduğu veya kendisine kolay geldiği için iyi öğrendiğini belirtmiş.
4. Yine aynı çalışmada öğrencilere en çok öğrendiklerini söyledikleri dersi veren öğretmenin, diğer öğretmenlerden farklı olup olmadığı sorulmuş. Yüzde 70'i farklı olduğunu belirtmiş. Öğretmeni farklı kılanın ne olduğu sorulduğunda ise farklı olduğunu ifade edenlerin yüzde 63'ü ders metotlarına (öğretme yöntemleri, keyifli öğretme, zorlayıcı çalışmalar) işaret etmiş. Yüzde 41'i ise öğretmenin, öğrencilerle olan ilişkisine dair bir cevap vermiş.
5. Son zamanlarda yapılan sinirbilim çalışmaları, öğrencinin sürece dahil olamadığı, etkileşimden uzak derslerin, doğası gereği temel bir dezavantaja sahip olduğunu gösteriyor.
Çünkü bu şekilde gerçekleşen derslerin duygusal içeriği olmuyor. Oysa uzun vadeli öğrenmeyi teşvik eden unsur, süreç esnasında yaşanan duygusal içerik. Bu olmadığında yalnızca sınav bitimine dek idare edecek kadar "öğreniliyor" ve sonrasında çabucak unutuluyor.
Bugünün dünyasında çocuklar ve gençler her şeyden çok görselliğe, etkileşime ve yüksek teknolojiye dayanan medya araçları, ürünler ve oyuncaklar ile çevrililer. Durum böyle olunca eğitimde seneler öncesinin yöntemleriyle dikkatlerini çekmek giderek zorlaşıyor. Ayrıca sınıfta olan biten ile "dış dünyada" gerçekleşen giderek birbirine yabancılaşıyor. Öyle anlaşılıyor ki; iyi öğretmen artık "öğreten" biri değil.
Haftaya devam edeceğiz.
Kaynak: Gordon, G. & Crabtree, S. (2006). Building Engaged Schools: Getting the most out of America's classrooms. NY: Gallup Press.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

iyi ve güzel...